Aralık 28, 2005

Biz böyleyiz :)


"Türkler nasıl insanlardır" sorusunu bu fotoğrafla yanıtlayabiliriz sanırım...

birabanor.com | fikretsahin.com

Biri yıllardır benle bir olmuş takma adım, biri adım ve soyadım. İkisinin de bugüne dek nasıl olmuş da domainlerini almamışım hâlâ kendime hayret ediyorum.

Şimdilik iki adres de aynı sayfaya yönleniyor. Basit bir ndr cnstrctn sayfası ama her iki bloguma da linkler var.

Arada uğrarsınız; kimbilir belki güzel değişiklikler olur...

Çürük elma

Hava güllük gülistanlık... Kar, yağmur ne kelime? Berrak ve masmavi gökyüzü, güneş gözüme giri giriveriyor. Bir yandan da... Dizlerim içten içe ağrıyor da ağrıyor.

Hekime görünsem, ne diyeceğini bildiğimden kelli ağrıya katlanıyorum.

Ya da romatizmal bir halt var ne bileyim anlamadım ki?

Vallahi çok sızlıyor...

Aralık 27, 2005

Uykuda nefessiz kalmak

Ya başlıkta sözünü ettiğim durum kâbusu yaratıyor, ya da kâbus yusuf yusuf ettirdiğinden nefes kesiliyor. Ben birinci ihtimali daha kuvvetli buluyorum.

İki gündür sabah en geç 6.30'da uyanıveriyorum. (Tanıyanlar bilir ki bu benim için bir mucizedir.) Bu sabah biraz 'cins' bir uyanış oldu. Hayatta en nefret ettiğim, değil yemeye, uzaktan görmeye bile tahammül edemediğim bir hayvanı, 'pavurya'yı bana zorla, kabuğunu kırıp kırıp, içinden etini çıkarıp çıkarıp yedirmeye çalışıyorlardı. Et ağzımda ciklet gibi oluyor, beni öğürtüyordu; ben de elimi ağzıma sokarak gırtlağıma takılan parçaları anıra anıra çıkarıp atıyordum. Üstelik hayvanın kıskaçlarını ceviz gibi çatır çatır kırıp içini çıkaran da Ebru'ydu.

Ögghh!

Evet evet, sırtüstü yatıp nefes alamamak sorun. Evet evet...

Aralık 26, 2005

Duyuru

Profesyonel iş yaşamı çerçevesinde değerlendirilebilecek her türlü konu, fikir ve görüş artık sadece henüz devraldığım hülle blog www.saire'de... Günlük hayattan özel kesitler ve son gelişmeler ise burada yer almaya devam edecek.

Yılın son haftası...

Evet, yılbaşına çok az bir süre kaldı ama nedense ben hâlâ o ruh halinde değilim. Normalde yılbaşı geceleri için haftalar öncesinden hazırlıklara başlar, hoş bir heyecan sarardı beni lâkin bu kez öyle olmadı.

Aslında sanıldığı gibi kötü bir ruh hali değil bu. Biraz fazla 'rahatlık' olarak tanımlanabilir.

Bu yılbaşının cumartersiyi pazara bağlayan geceye denk gelme şerefsizliği de bunda etkili... Yılbaşı dediğin perşembeye ya da pazartesiye denk gelir, değil mi ama?

İyi haftalar...

Aralık 25, 2005

Bölü 2

Tek yumurta ikizi ile ilgilenmekten burası daha da ihmal edilecekmiş gibi görünüyor maalesef...

Hayata dair notlar: Damat kuşumuz Çıtır, gelin hanım Tosun'un kafesine içgüveysi olarak yerleşmiş bulunmaktadır. :)

Aralık 17, 2005

Aggh

Sabah, sabah dediğim saat 12'de yataktan kalkamadım. Rezil bir öksürük, nefes darlığı, baş ağrısı, kırgınlık... Üşütmüşüm sizin anlayacağınız.

Yine de cumartesi cumartesi işteyim. Çabucak bir kaç şeyi halledip kaçasım var, başım hâlâ çatlıyor...

Aralık 16, 2005

İnternet alternatif mecra değil!

Reklamverenler nezdinde hâlâ aşılamayan bir önyargıyla senelerdir karşı karşıyayız: “İnternet, alternatif mecradır!” Bunun ne denli yanlış ve markalar için ne kadar tehlikeli bir önyargı olduğunu ortaya koymak, bu sektörde faaliyet gösteren ‘interaktif pazarlama iletişimcileri’ için vazgeçilmez bir görev halini alıyor…

İnternet 15 yıldır insanlığın hizmetinde… 1990 yılında Tim Berners-Lee’nin tohumlarını attığı world wide web (www) ve üzerine inşa edilen http platformu, belki de son 20 yılın insanlığı en çok etkileyen buluşu. Bugün bulunduğumuz noktadan bakıldığındaysa görünüm gün gibi ortada: “İnternet, gerçek bir nimet!”

Bugün İnternetin etkilediği geniş alanı daha net biçimde ortaya koymak için 21 Kasım 2005 günü güncellenmiş bir istatistiği sizlerle paylaşmak isterim:



Yüzde 411’lik müthiş büyüme!
Bu tabloyu okumayı ve yorumlamayı sadece iki noktaya dikkatlerinizi çekerek size bırakıyorum: 1 milyara yakın insan online vaziyette ve İnternete erişen kitle çok büyük bir hızla artıyor. Orta ve az gelişmiş bölgelerde ise bu büyüme çok ama çok daha hızlı gerçekleşiyor.


Şimdi dönüp Türkiye’ye bir göz atalım… Yukarıdaki verileri sunan internetworldstats.com’un en güncel araştırma sonuçlarına göre Türkiye’nin 2005 yılındaki tahmini nüfusu 73.556.173, İnternete erişen kişi sayısı 10.220.000. Bu sayının ülke nüfusuna oranı ise % 13,9 ki bu sayı Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 16 Kasım 2005’te sonuçlarını açıkladığı "Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanımı" istatistiği ile de birebir örtüşüyor.

Tüm bu sayıların yanında en anlamlı olanıysa bence son beş yıldaki büyüme: Tam tamına yüzde 411!

Bu online kitle de kim?
Yine DİE verilerine göre ülkemizde Lise ve dengi okul mezunlarının yaklaşık yüzde 35’i, üniversite ve üzeri eğitim sahibi olanların da yüzde 70’e yakını İnternet kullanıyor. Gayet güzel; isterseniz sinsi araştırmalarımızı biraz daha derinleştirelim ve sadece İnternete erişilenleri değil, içlerinden en aktif ve katılımcı olanların da kimler olduğunu sorgulayalım:

Geçtiğimiz aylarda yaptığımız ve interaktif kampanyalara katılmış tüm tekil kişilerin profilini ortaya koyduğumuz araştırmamızda bizim için mutluluk verici, reklamverenler için ise ağız sulandırıcı bir sonuçla karşılaşmıştık. 91 bin 443 kişi üzerinde yapılan araştırmaya göre bu kitlenin %55,41 gibi bir çoğunluğu 25 -35 yaş grubunda yer alıyor. İkinci en büyük grup ise %21,58'lik bir oranla 35 - 50 yaş grubu... Araştırma grubunun tam %57,15'i üniversite mezunu. Lisansüstü eğitime sahip olanların oranı ise başka mecralarla ulaşılabilen kitlelere göre çok yüksek bir oran: %9,18. Bu katılımcı online kitle %52,49 - %47,51 oranlarıyla kadın - erkek yoğunluğu açısından dengeli bir topluluk. Medeni durumda da aynı denge görülüyor: %51,96 Evli, %48,04 bekâr. %59,34'ü İstanbul'da yaşıyor, İstanbul'u %17,22 ile Ankara ve %10,85 ile İzmir şehirleri izliyor.

Kitle tamam, peki ya etki?Yukarıda net bir profilini ortaya koymaya çalıştığım bu kitleye erişerek onların satın alma kararlarını etkilemeyi istemeyecek bir marka yoktur diye düşünüyor ve başka bir parametreyi daha kısaca irdelemek istiyorum şimdi de: Etki

Küçük ve keyifli bir test yardımıyla şu ‘etki’ ne derecede güçlüdür kabaca bir bakalım… Yanıtlarken samimi olun ve lütfen meslek erbabı olarak değil, son kullanıcı gibi davranın!

1) Bir markaya ait aşağıdakilerden hangisini bakıp inceleyerek daha çok vakit geçirirsiniz?
a. TV reklamını
b. Gazete / dergi ilanını
c. Açıkhava reklamlarını
d. İnternet sitesini

2) Bir marka / firmanın bir ürün ya da hizmeti hakkında bilgilenmek için ne yaparsınız?
a. Telefon ederim
b. Mektup yollarım
c. İnternet sitesini ziyaret ederim

İlk soruyu d, ikincisini ise c olarak yanıtladıysanız bu yazıyı okumaya devam edebilirsiniz…

İnterneti doğru konumlandırmak
Etki üzerinde dururken diğer mecralara karşı kılıç kuşanıyor gibi bir izlenim uyandırmışsam emin olun ki niyetim kesinlikle bu değil; ama geleceğim nokta şudur:

“İnternet, entegre pazarlama iletişimi için kullanılması mecburi olan eşit değerdeki mecralardan sadece biridir”

Anlayan çoktan anladı ama işimizi garantiye alıp biraz daha açalım: İletişim stratejileriniz çerçevesinde mesajlarınızı doğru ve etkin biçimde hedef kitlenize iletmek istiyorsanız, gazete, dergi, outdoor, TV, İnternet ve diğer mecraları, kendi doğalarına uygun yöntemlerle ve dengeli bir ağırlıkta kullanmanız gerekir. Bu denge de markaya, ürüne/hizmete göre farklılaşır. Buradaki diğer bir anahtar cümle de şu: “Doğalarına uygun yöntemlerle”

Gazete ve dergiler için hazırladıkları ilanların aynısını yeniden boyutlandırarak portallarla banner olarak veren marka yöneticileri lütfen beni affetsinler; çünkü buna ‘interneti kullanmak’ demek mümkün görünmüyor! İnternetin en etkin biçimde nasıl kullanılabileceği konusunu önümüzdeki haftaya bırakıyor ama ipucunu da vermeden edemiyorum: İnternetin sihirli değneğini kullanın: “İnteraktivite”

Doğal akışıyla şekillenen ve değişen günümüz reklam sektörü içinde tek bir kişinin ‘çığırtkanlığı’ İnternetin “alternatif bir mecra” olarak görülme sorununu tabi ki çözemeyecektir, ancak aranızdan bir kişinin bile bu satırları okuduktan sonra yazının başlığını anlamlandırabilmiş olması benim için mutluluk kaynağı olacaktır.

Önümüzdeki ay tekrar buluşmak ümidiyle,


Reklam Dergisi, Sayı:3, Ocak 06

Şirketler, web yönetimini öğreniyor…

İnternet konusundaki yönetimsel çalışmaların, sırf işin içinde ‘bilgisayar teknolojileri’ olduğu için bilgi işlem departmanlarına devredildiği günler ne mutlu ki artık geride kalıyor. Günümüzde şirketler, web tabanlı projeleri, ‘entegre pazarlama iletişimi’ çalışmalarının önemli bir parçası olarak görmeyi öğreniyor gibiler…

Gerçekten de, neredeyse birkaç yıl öncesine kadar ülkemizde İnternet, tamamen bilgisayar uzmanlığı gerektiren bir alan olarak değerlendiriliyor ve şirketler, İnternet tabanlı çalışmalarını bilgisayar teknolojileri ile ilgili departmanlarının gözetiminde sürdürüyorlardı. İnternetin aslında bir ‘pazarlama iletişimi aracı’ olduğunun en sonunda ‘öğrenilmesi’ sayesinde, bu yaklaşım yerini artık doğru yapılanmalara bırakmaya başladı.

İnternet mecrasının konumlandırılması

Şirketlerin, kendilerine uygun ve doğru bir yapı oluşturabilmeleri için öncelikle İnternet merkezli çalışmalarında nasıl bir strateji uygulanacakları konusunda net kararlar vermeleri gerekiyor. Günümüzde İnternetin sunduğu olanaklarla yapılabilecekler neredeyse sınırsız olduğu için, bu vizyon doğrultusunda çizilecek yön de çok önemli… Bir örnek vermek gerekirse, İnternet yoluyla online olarak ürün ve hizmet satacak bir şirket ile algı yönetimi çerçevesinde markasına değer katacak şık ve bilgi yoğun bir web sitesini tercih eden bir şirketin İnternet yönetimi için kurguladığı organizasyon yapısı, insan kaynağı miktarı ve niteliği hiç kuşkusuz ki aynı olmayacaktır. Bunun da ötesinde, pazarlama iletişiminde İnternet mecrasına verilecek ağırlığın miktarı da bu yönetimi etkileyecek unsurlar arasında bulunuyor.

Nasıl bir organizasyon?
Aslında, İnternetin yanlış bir yapı ve insan kaynağı ile yönetilmesi sorunu, tek başına İnternet kaynaklı bir sorun olarak karşımıza çıkmıyor. Zira, etkili İnternet yönetimi için gereken doğru organizasyon yapısı, diğer iletişim çalışmalarının yönetimini de doğrudan etkiliyor.

Öncelikle, ‘pazarlama iletişimi’ faaliyetlerinin başlı başına bir uzmanlık alanı olduğu gerçeğini kabul ederek yola başlamak gerekiyor. İşte buradan hareketle, şirketlerin iç ve dış müşterileriyle temas kurduğu / çift taraflı etkileşim içine girdiği tüm mecraların ve bu mecralara bağlı çalışmaların tek bir merkezden yönetilmesi gereği ortaya çıkıyor. İşte bu merkez, tamamen ‘kurumsal pazarlama iletişimi’ odaklı çalışmaları yönetecek bir yapı olarak şekilleniyor.

Yukarıda ‘iç ve dış müşterilere temas edilen her nokta’ diye tabir ettiğimiz ve ‘kurumsal iletişim’ çerçevesi içine giren alanlara kısaca bir göz gezdirelim:

TV ve radyo reklamları, basılı mecralar için ilan çalışmaları, sponsorluklar, PR çalışmaları, tüm basılı ve görsel –diğer- materyaller, kurum kimliği çalışmaları, bayi dekorasyonu, fuar ve benzeri etkinlikler, POP materyalleri ve tabii ki İnternet!

Tek elden İnternet yönetimi
Şimdi de asıl konumuza, yani İnternete odaklanalım… Buraya kadar, hep İnternetin önemli bir pazarlama iletişimi aracı olduğunun altını çizdik. İşte bu nedenle, kurumsal anlamda İnternet yönetiminin, kurumsal pazarlama iletişiminde kullanılan diğer araçlarla birlikte yönetilmesi gerekiyor. Tabii ki, bu konuda yetkin bir insan kaynağı ile…

Şirketlerin büyüklüklerine göre ideal yapı değişiklik gösterebilmekle birlikte, sonuç olarak karşımıza şöyle bir yapı çıkıyor: Şirketin özellikle pazarlama birimi olmak üzere tüm birimleriyle dirsek temasıyla çalışacak merkezi bir kurumsal pazarlama iletişimi departmanı ve bu departman içinde belli konulardan sorumu birimler. İnternet ve İnternet merkezli interaktif pazarlama çalışmalarının ise, mutlak surette, bu birimlerden birisinin tek sorumluluğu olarak tanımlanması gerekiyor.

Günümüzde, bu oluşumun gereğini özümseyen ve benzer organizasyon biçimlerini uygulayan şirketler, interaktif pazarlamadan sorumlu birimlerini e-trade, e-ticaret, e-commerce, e-marketing, e-pazarlama gibi isimlerle adlandırıyorlar

Aslında, şirketlerde yukarıda ifade ettiğimiz bu yapının oluşması bir ‘seçenek’ değil, bir ‘zorunluluk’ gibi görünüyor. Özellikle de İnternet özelinde yapılabilecek çalışmaların kapsamı dikkate alındığında…

Böyle bir yapıda, İnternet ve interaktif mecralardan sorumlu birimin bazı sorumluklarına kısaca bir göz gezdirelim:

» Tüm İnternet odaklı çalışmaları yaratıp uygulayacak ajans(lar) ile ilişkilerin yürütülmesi
» Şirket / markanın web sitesinin iş ve iletişim hedeflerinin belirlenmesi ve bu doğrultuda bir web sitesi hayata geçirilmesi
» Web sitesi yayınının denetimi, yönetimi ve beslenmesi
» Site güncellemeleri ve siteyi besleyecek bilgilerin derlenmesi konusunda kurum içi bilgi akışının sağlanması ve koordinasyonu
» Süregelen iletişim çalışmalarının interaktif mecra için uyarlanması ya da buna paralel yeni konseptler tasarlanması ve uygulanması
» Çeşitli interaktif uygulamalarla birebir pazarlama için hedef kitle verisi toplanması ve CRM veritabanı oluşturulması / yönetimi
» Online medya planlaması
» Sektörün ve rakiplerin İnternet mecrasındaki faaliyetlerinin takibi ve analizi
» Orta ve uzun vadeli İnternet stratejilerinin belirlenmesi
» Performans değerlendirme ve raporlama
» Veritabanı analizi ve hedefe yönelik interaktif birebir pazarlama projelerinin tasarlanması ve uygulanması

Bu departman içinde görevlendirilecek insan kaynağının önemi de unutulmamalı… Bu kaynakların,

» İletişim ve pazarlama alanında donanımı olmalı
» İnternet ve ‘internet kanalıyla kurumsal pazarlama iletişimi’ hakkında bilgi birikimi olmalı
» Bilişim konusundaki değil, iletişim veya pazarlama alanındaki uzmanlıkları öncelikli önemi taşımakla birlikte aynı zamanda internet ve bilgi teknolojileri konusunda da donanımlı kişiler bu pozisyon için daha uygundur.

Sizce de geleceğin dev mecrası İnternet, kendine özel bir kurumsal yönetim biçimini hak etmiyor mu?

Reklam Dergisi Sayı:2 Aralık 05

Bıdıbıdı...

Yine benden hayır yok uzun zamandır... Dedim ki madem sağa sola bir sürü şey yazıyorum, onları da ekleyeyim buraya, bulunsun.

İki tane ardarda geliyor...

Aralık 11, 2005

Yanıyorrr!

Bilen bilir; çok güzel tost yaparım, yiyen delirir...

Gecenin bir yarısı kendime yapasım geldi ufak bir kıyıntı niyetine... Ekmek dilimlerinin içine acı biber salçası sürdüm bu kez sadece, acıyı seviyorum diye.... Fazla kaçırmışım. Hepsini ağlaya ağlaya yedim ama...

Ölüyorum; şu satırları yazarken alev alev yanıyorum. Düşünün; bloga yazı girecek kadar yanıyorum!

Aman aman siz siz olun, tost yaparken ekmeğe sadece ve bol miktarda acı biber salçası falan sürmeyin.

Yangın vaaaar!

Cumartesi 'kasması'

"Bugün cumartesi, yarın iş yok, o halde içip sıçıp tatilin keyfini çıkarmalıyım" zorlaması kısaca...

Şu anda baktığım saat 2.48 diyor... FIFA 06 oynadım oynadım sıkıldım. Şimdi cember.net'te ne var ne yok diye bakıyorum. MSN'de de tanıdık tunuduk eleman yok.

Sıkıldım.

Aralık 10, 2005

Tembellik havası...

Elimi kıpırdatasım yok... Kalk, bir saat ayılmaya uğraş, kahvaltı et, uzan ve sız... Kalk, bir saat ayılmaya uğraş... Bakalım nadide cumartesim nasıl nihayete erecek? :)

Herşeyin Kısa Tarihi

Uzun süredir ne zaman, ne de zevkime göre okuyacak kitap bulabiliyordum. Bilenler bilir; bana yeni bir şeyler öğretmeyen kitapları okumam.

Geçenlerde buldum: "Hemen Herşeyin Kısa Tarihi"

Kitap, bilim dünyasında dünden bugüne geçilen önemli tüm kilometre taşlarını, anahtar kişileri de işin içine katarak, bilimsel fakat 'hard' gerçekleri mümkün olduğunca 'light' ve keyifli bir üslupla anlatıyor.

Daha 1/6'sı bitti bitmedi. Benzer konuları işleyen nice kitap okumuş, anlatılanların bir kısmını biliyor olsam da hem yeni şeyler öğrendim, hem de iyiden iyiye boşluğa düştüm.

Samanyolu galaksisi içinde milyarlarca güneş sisteminin içinde minicik bir gezegen üzerinde bir nokta... Üstelik bunun gibi galaksilerden tahminen -ki bence kat be kat fazladır- 140 milyar tane var...

Seneler önce geldiğim noktaya geldim bir an:

"Yalan dünya, herşey bomboş..."

Aralık 05, 2005

Geleneksel yılsonu kaosu...

Bizde hep böyle... Tüm yeni müşterilerin, projelerin sayısı "yılbaşı" itici gazıyla tavana vurur; olan çalışana olur.

Müşterinin tuzu kuru: "Parasını verdim, seni satın aldım, yapacaksın!"

Patronun tuzu kuru: "Parasını aldım, maaşını veriyorum, yapacaksın!"

Vurun ulan vurun, siz de vurun!

Pazarları pazartesilere bağlayan gecelerin karşı konulmaz melankolik depresifliği içindeyim yine...

Paradoks...

Çocukluğumuzda pek bir modaydı; ergenliğe adım atmakta olan her öğrencinin -özellikle de kızların- günlükleri vardı. Kimisi elden ele gezer, arkadaşlara ayrılan sayfalara "sepet sepet yumurta" diye başlayan abidik mesajlar yazılırdı. Kimileri de pahalı ve afiliydi. Asma kilitleri ya da buna benzer kilit mekanizmaları vardı ki her önüne gelen okuyamasın.

Diyeceğim o ki, bu web günlüğü denen zıkkımın asma kilidi falan yok. Sırf bu yüzden her istediğimi ve her aklımdan geçeni yazamadığımı ve bu nedenle de fena tazyik altında olduğumu iyiden iyiye hissediyorum bu aralar.

Eee; ne boka yaradı ki şimdi bu?

Aralık 01, 2005

Türk futbolunun karşı konulmaz çöküşü...

Milli Takım, FB, GS, BJK... Sınırlar ötesine çıkınca beş paralık olan onur, gurur...

Bir umuttur diye BJK - Zenit maçını izledim. Okkalı bir "nah" yedim yüzüme...

"Yenildik ama ezilmedik" diye kendimizi avuttuğumuz seksenli yıllara dönmekten korkuyorum. Ey taraftar! Denizli'nin GS'nin başındayken ettiği bir laf vardır ki çok doğrudur: "İki-üç sene önce kimin şampiyon olduğu unutulur ama UEFA'da (bunu uluslararası başarı diye yorumlayabiliriz) elde edilen başarılar unutulmaz."

Bu yüzden kendimiz çalıp kendimiz oynamayalım. İtmişim Süper Lig'i; ha o ha bu... Bana ne şampiyondan, milletçe itibarımız yerle yeksan olmuşsa?

Kasım 30, 2005

Birikenler...

Geçen sürede olup biten hiçbir şeyi kayıt altına almadığımdan hepsi unutulup gidecekler... Kendime hatırlatayım en azından:

» 11 Kasım günü İzmir'deydim. Fotoğraflar da var, haftasonu eklemeye niyetliyim
» Ne zamandır üzerinde uğraştığımız Carlsberg projesi "Macera: İstanbul" bitti bitecek
» Senelerdir görüşmediğim arkadaşım Kanada'dan memlekete dönmüş
» Tosun'a arkadaş aldık :) Fotolar çok yakında...
» Bir sürü film seyrettik
» Daha gider bu...

Kasım 26, 2005

Tam sopalık...

Benim ben sopalık olan...

Kaç gün olmuş? O-hoo...

Anlatacak şeyler birikince herşeyi yazmaktansa hiçbir şeyi yazmıyor insan.


Sopalığım. Evet.

Kasım 10, 2005

Özlüyoruz...

"Böylesine büyük insanlar dünyaya 100 yılda bir ancak gelir" derler... Gittiğin günden beri tüm dünya bekliyor...

Fazla değil, 38'de değil de bizi 48'de, 50'de bıraksaydın bile o kadar çok şey değişirdi ki Türkiye'de...

"Atam İzindeyiz" diyorlar ama hepsi fasafiso... "Gençliğe Hitabe"nde tarif ettiğin ahval ve şeraitin zaten içinde olduğumuzun bile farkında değiliz milletçe; dört bir yanımız işgâl altında... Ekonomik işgâl, kültürel işgâl, tam bir kimlik işgâli...

Özlüyoruz seni...

Kasım 09, 2005

OGame: The End

Hastalıklı takıntıdan erken kurtuldum. Bıraktım... Tüm gezegen ve sömürgelerimi ittifağıma devrettim.

Bir kuş gibi hafif ve özgürüm...

Geçmiş olsun.

Kasım 06, 2005

Taze korkularım var...

Uçaktan korkuyorum artık. Yepyeni bir huy. Hoşgeldiniz...

İlk üç-dört binişimde korkmak ne kelime; eğlenmiştim bile. Daha sonraları yavaş yavaş bir endişe sarmaya başladı beni. Bu tatil gidiş dönüşümüzde ise bu halet-i ruhiye basbayağı okkalı bir korkuya dönüştü.

Korkmamam için uçağın sallanmadan, titremeden, havada yağ gibi kayarak seyretmesi gerekiyor ki bu mümkün değil. Lanet olsun ki bu korkunun yersiz olduğunun farkındayım. Karayolları daha tehlikeli, istatistikî olarak uçak kazalarının oranı çok ama çok düşük, uçak denen zıkkım öyle 'ha' deyince düşen bir alet değildir, doğal olarak sallanır da titrer de... Ama nafile; bünye kontrol dışı; mantığımın telkini kâfi gelmiyor...

Neticede kalp krizi eşiğinde geçen 1 saat bilmem kaç dakika...

İnsan yaşlandıkça huyu da değişiyor demek ki... Acilen kendimi tedavi etmem lâzım!

Tatil dönüşü...

Tatile gideceğimi bile yazmamışım buraya... Şimdi geldim, asayiş berkemal, detaylar pek yakında!

Ekim 31, 2005

Takıntı (update - IV)

OGame'den hâlâ kurtulamadım. 16 bin küsür puana ulaştım; sadece savunma yapıyorum. Saldırı emelim yok.

Age of Empires III'e takılıyorum bu aralar. Osmanlıları alıp ortalığı dağıtmak iyi geliyor bünyeye...

:)

Ekim 28, 2005

İnsanlığımdan utandım...

Sabahın köründe kalktım. 5.20 civarıydı. OGame takıntısı kapsamında nakliye gemilerimi yükldikten sonra nette gezinmeye başladım.

Milliyet'in sitesinde son 50 yılın en iyi basın fotoğraflarına dair bir galeriye rastladım. Baktıkça insanlığımdan utandım.

Siz de utanın: Galeri »

Yeniden...

Zaman bulamama, iş-güç, yorgunluk ne kadar geçerli bahanelerdir emin değilim ama iki satır yazacak hal bulamadım günlerdir işte... Yazamadıkça kendi bloguma girmeye utanır oldum.

Tekrar eski düzen ve sıklıkta yazmaya niyetliyim haberiniz olsun...

Ekim 15, 2005

Yorumsuz gece

Dün gece Ebru ve komutanla birlikte Burhan ve grubunun (Yorumsuz) çıktığı mekâna gidip kafamızdaki bulutları dağıttık. İşte iki foto:

Heytere hey!

Ayın üçünden beri tık yok değil mi?

Her gün gecenin bir yarısı işten çıkıp doğrudan yatağa zıplayınca blog mlog gözüm hiç görmedi ne yalan söyleyeyim...

Artık vaktim olacak sanırım.

Dün gece çok eğlendik mesela... Fotolar geliyor birazdan!

Ekim 03, 2005

Sonbahar travması...

1) Sabahları yataktan kalkmamak için 300 milyon vermeye razıysanız
2) Bütün gün malak gibi evde oturmaktan başka içinizden bir şey yapmak gelmiyorsa
3) Tüm sorumluluklar can sıkıyor ve "sie" dedirtiyorsa
4) Manasız bir özgüvenle herkese ve herşeye "başlatmayın lan yedi ceddinizden allahın cezaları" diyebilme ve arıza çıkarabilme potansiyelini içinizde hissediyorsanız
5) Bir dağ başına çekip gidip patlıcan biber yetiştirme isteği içindeyseniz
6) Sabahları en az bir taksici üç yaya öldürmek istiyorsanız
7) Gök yarılıp şakır şakır yağmur yağarken bu durumun sizde yarattığı tek düşünce "ulan tam uyku havası be" ise

siz de benim gibi sonbahar depresyonu içinde olabilirsiniz.

Dikkat!

Eylül 25, 2005

Memleket ahval ve şeraiti üzerine gevelemeler...

Boku çıkıyor...

"BBG" ile başlayan ve vatandaşlarımızın dedikodu ve 'voyeour' meraklarını tatmin etme başarısını göstererek '70 milyonun sevgilisi' olan program formatının klonları, mezun ettikleri onlarca hasta ruha geçtiğimiz günlerde bir kayıp ekledi: Ata

Yıllarca emek vererek 'tanınır' olan insanların bile taşımakta zaman zaman zorlandıkları bir yük olan 'sokakta parmakla gösterilme ve özgür bir hayat yaşayamama' duygusunu sırça dayanıklığında bünyelere yüklediğinizde karşılaşacağınız netice budur.

Hele beklentileri varsa ve hayalleri yıkıldıysa...

Dün televizyonda cenaze görüntülerini gördüm.

Utandım.

Aynı oksijeni soluduğum, aynı toprağın ekmeğini yediğim insanlardan...

Bugün: İlk bölüm: Hayaller gerçek mi olacakmış her neyse, o işte... Vitrinde yine Ebru Akel hanım kızımız...

Meşhur olma sevdasında bir ev dolusu kız, erkek, ve 'sözde' anne...

Ders almayı bilmiyoruz sanki... Unutkanız, unutturulanlarız...

Yazık!

Takıntı (update - III)

OGame bünyeyi yemeyi sürdürüyor yolu buraya düşen sayın okuyucular...

1.000 puana yaklaştığım şu evrede, iki sömürge gezegeni sahibiyim lâkin ortada ne doğru dürüst bir savunma, ne de bir filo var. Bilimsel araştırmaya kastırmaktayım henüz. Hoş, kimseye saldırasım da yok; şöyle barışçı bir imparator olmak mümkün değil mi acaba bu oyunda? Biliyorum çünkü başıma geleceği; eşek yüküyle filo bastıktan sonra filom yok olursa ya da yüz binlerce madenim yağmalanırsa bende motivasyon falan kalmayacak, oyun moyun da yalan olacak...

Daha evvel de söylediğim gibi, heves işte...

"Zaman öldürgeci"

Zaman gibi çok değerli, biriktirilemez ve telafi edilemez bir kavramın öldürülecek en son şey olması gerektiğini bilen birisi için bu ne büyük bir çelişkidir değil mi?


Yıkılmadım, ayaktayım :)

Uykusuz geçen günler, sabahlamalar, haftasonu - tatil nedir bilmeden çalışmalar sona erdi. Ya da ben öyle sanıyorum...

Uzun zamandan beri evde geçirdiğim ilk cumartesiydi bugün. Nasıl bir yorgunluksa artık, sürekli uyumak istiyorum.

Bu arada, biri ilkbahar, biri de sonbaharda olmak üzere senede iki kez yoğun bir depresif ruh haline girdiğimi bugünlerde kendime itiraf etmiş vaziyetteyim. Müzmin bir sıkıntı, hiç bir şey yapmak istemeyişler, lüzumsuz asabiyet, baş ağrısı, uyku arzusu, ne ararsanız var!

Neticede: Yaşıyorum ve nankörlük etmeyeyim ki mutlu ve huzurluyum. Özellikle evimde!

Not: Geçmiş olsun komtanım! Geçen hafta ben de ilaçlarla ayakta atlattım mereti; teğet geçti hastalık...

Eylül 19, 2005

Kayışı yakmaya devam...

Hâlâ aşağıdaki resimdeki gibiyim... Uzun zamandır böylesine 'ölesiye' çalışmamıştım. Ne zihnimde ne de bedenimde hal kaldı...

Görünen o ki bu 'delilik' bir sonraki pazartesiye dek sürecek.

Üstüne üstlük bir de hasta oluyor gibiyim. Şirkete bir mikrop bulaşmış ki herkes bu halde...

Bu kadar laf ettim, ayın 17'sinde Ebru'nu doğum günü olduğundan hiç bahsetmedim! Bu denli kayış koparan bir meşguliyetin içinde olabilecek en iyi doğum günüydü... İkimiz için de güzel bir gün oldu. Hoş; ancak saat 18'de ofisi terkedebildik ya, neyse...

:)

İyi ki doğdun, iyi ki varsın!

Eylül 14, 2005

Olacağı budur!

Deliren Ben!



Aha işte bu haldeyim...

Takıntı (update - II)

O kadar dedim beni bulaştırmayın diye...

Her takıntı, sonrasında "ulan neden bununla boşa vakit harcadım?" şikayetini de beraberinde getirir, biliyorum fakat elimde değil...

OGame takıntısı tüm hızıyla sürüyor. İşler deseniz fena derecede yığılmış vaziyette. Beynim süngere döndü, kayışlar koptu, makine su kaynattı. Bugünkü maç da yeteri kadar can sıkıcıydı. Asıl can sıkıcı olan da sanırım yarın saat 7.30'da kalma zorunluluğu olsa gerek.

Oysa ne güzel biramı içiyor, sigaramı tüttürüyordum...

Eylül 12, 2005

Zor bir hafta daha (netekim!)

Okullar açıldı; trafik keşmekeş... Bir araba dolusu iş var... Canım sıkkın...

12 Eylül'ün yıldönümü de kendisi gibi uğursuzmuş netekim!

Eylül 11, 2005

Amaan!

Sevmedim bu haftasonunu...

Cuma, cuma gibi geçmedi zaten; ertesi günü tatil olmayan cumaya cuma denir mi ki zaten?

Cumartesi 18 civarı işten eve geldim, biraz takıldım, sonra Ebru annesine gitmişti oradan geldi, yemek yedik, sonra da oturduk DVD Sokağı'ndan gelen DVD'lerden Cem Yılmaz'ı seyretmeye... Son 20-30 dakika içindeyiz, bir baktım Ebru uyumuş. Gitti yattı. Ben sözde seyretmeye devam edecektim. Saat 1 falandı. Neyse lafı uzatmayayım; bir gözümü açtım ki saat olmuş 5.45!

Kanapede iki büklüm sızmışım. E hani nerede haftasonu formatı? Bilgisayar, oyun bira falan?

Yalan oldu...

Kalktım, kahve yaptım, çamaşır astım, 7 küsürde Ebru'yu uyandırdım, sonra dayanamadım bir posta daha uyudum. Sersem gibi uyandım 11'de yeniden. Uyandım derken, benim kendi kendime uyandığım hiç görülmüş mü? Tabi ki uyandırıldım. :)

Hadi kahvaltı, hadi ikinci DVD (Event Horizon) derken film sonrası bu sefer de Ebru uyudu.

Bitti mi haftasonu? Evet.

Üstelik bu gece evde çalışmam gerekiyor.

Dedim ya, sevmedim bu haftasonunu diye... Haksız da sayılmam değil mi ama?

Eylül 10, 2005

Takıntı (update)

11. Evren, 2:382:4 koordinatlarına deuterium ve kristal yardımlarınızı bekliyorum.

;)

Yeni takıntı...

Aslında aylar öncesinden biliyordum fakat bulaşmaya cesaret edememiştim. Bir takılırsam fena takılırım diye... Kaçamadım. Bizim şirketten arkadaşlar da bir ittifak kurmuşlar, karşı koyamadım daha fazla...

OGame diye bir web tabanlı oyundan bahsediyorum. Aslına bakarsanız ortada ne görsellik var, ne de gerçek anlamda bir aksiyon. Gelin görün ki hakikaten fena takıntı yaratıyor.

11. evrende, tabi ki BirabanoR gezegenini yöneten ve misket ittifakına dahil bir baron olarak gelişme sürecindeyim hâlâ... Sağolsunlar ittifaktan arkadaşlar metal ve kristal yardımı yapıyorlar da normalden daha hızlı kalkınıyorum.

İş aldık başımıza valla!

Eylül 08, 2005

Fazla mesai

Dün gece için evimde, bir tarafta bira bir tarafta sigarayla yapacağım Ukrayna maçı izleme keyfi planlarım, gece 10 küsüre kadar ofiste çalışmam nedeniyle fena halde suya düştü. Ha, şirkette maç esnasında kimse çalıştı mı? Hayır. Herkes TV başındaydı. Ben dahil. Aynı keyif değil ama neyse...

Bu aralar böyle... İşler çok sıkıştı, çok.

Eylül 06, 2005

Tutamıyorum zamanı*

İnternette gazetelerden haberleri okurken, Efes Cup'ta Milli Takımımızın birinci olduğunu öğrendim. Şöyle bir kadroya baktım. Mirsad'ı da sayarsak 2'si aktif 3 tane NBA tozu yutmuş adam var. İbrahim gibi Avrupa'da büyük işler yapmış bir basketbolcu var. Diğerlerinin de hepsi genç ve yetenekli... Üstelik 12 kişilik takımdan 11'i sayı atmış.

Nereye mi geliyorum? İşte ancak ve ancak Balkan Şampiyonası gibi uluslararası (!) bir platformdan hatırladığım bir takım: Dı dı dı dın! Flashback!

Emir - Efe - Erman - Aytek - Aliço

Böyle bir beşi seyrettiğim için kendimi yaşlı hissetmeli miyim?

İnsanı daha 33'e basmadan yaşlı hissettiren bu çılgın çağda mı bir sorun var yoksa?

* Kenan Doğulu'nun bir şarkısıdır, güzeldir de üstelik.


Eylül 05, 2005

Sabaha 6 saat...

Nedense bu aralar sürekli tembellik edesim var... Halbuki koskoca ve dopdolu yeni bir 'lanet' pazartesi iş gününün başlamasına topu topu 8 saat var.

Benim de uyuyacak 6 saatim!

O halde vakit ziyan etmeden yorgancı balosuna koşmalı!

Eylül 04, 2005

Maç mahzunu...

Dün kütük gibi devrilip uyudum. Dizim deseniz düzeliyor gibi görünse de hâlâ yolda rahat yürümeme izin vermiyor. Aksak...

Bugün ise tam uykuluk bir gündü. Kapalı, yağmurlu, uyumasanız da TV başında çay içerek Türk filmi izleyebileceğiniz günlerdendi diyelim...

Saat 15.00 itibariyle Ebru'nun ne zamandır sineye çektiği Blog damarı kabardı. Nitekim saat 19.30'a kadar hiç durmadan ona Blog hazırladık. Ben çatıyı çaktım, o da 'hammaliyesiyle' uğraştı açıkçası. Merak buyuranlar buraya tıklayabilir. Yanda da linki var zaten. Sabit. Yakın akraba (!) kıyağı :)

Günün akşamına heyecanlı girmiştim. Milli heyecanlar beni çektiği için, şu Danimarka maçını da pek bir hevesle bekliyordum. Ne oldu?

Spor yazarı edasıyla ahkâm kesecek değilim lâkin yazık olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ama itiraf edeyim ki cillop gibi galipken uzatma dakikalarında gol yeyince bok gibi kalakaldım.


Şimdi de ertesi gün işe gidilmeyecek bir tatil gecesini azami keyifle geçirme uğraşısı içindeyim.

Nasıl olacaksa?

Eylül 01, 2005

Sakatlık...

Dizim artık ağrımıyor ama sol ayağım da dahil olmak üzere ellerim bile şişti nedense... Ödem vücüda yayıldı; sonumuz hayır olsun :)

Bakalım; bugün biraz evde çalıştım, belki işe gidebilirim yarın. Benden pek beklenecek laf değil ama evde boş boş oturmak fena içimi sıktı...

Ağustos 31, 2005

Toplumsal cinnet eşiği...

Enflasyon düşmüş, siyasî istikrar söz konusu, memlekette F1 ve Universiade gibi dev organizasyonlar yapılıyor, ekonomik kriz mriz yok... Lâkin davulun sesi uzaktan hoş geliyor! Çıldırmaya az kaldı, doktor nerede?

Deşarj olabilmek için bahane arıyoruz!

Maç mı var? Stadyumlara doluş, bağır, çağır, rakip taraftarla kafa kol kavga et, deşarj ol!

Uğurlanacak asker mi var? Gecenin bir yarısında, hastası, yaşlısı, bebesi rahatsız olur diye düşünmeden yüklen kornalara, caddelerde terör estir, deşarj ol!

Düğün mü var? Sarıl silahlara, boşalt şarjörü havaya, kazayla biri vurulur mu diye dert etme; deşarj ol!

Biri hakkında şikayet mi var? Suçun sabit olup olmadığını umursama, kolluk kuvvetlerine de işi bırakma; taşla, sopayla, bıçakla saldır; linç et, deşarj ol!

Nümayiş mi var? Efendi gibi, demokrasinin getirdiği hak ve özgürlüklerin sınırı kimin umurunda? Yak, yık ortalığı; dükkânların camlarını indir aşağı, arabaları ters çevir, polisle çatış, deşarj ol!

Hayırdır?

Bu kadar mı doluyuz?

Bu kadar mı boşalmaya ihtiyacımız var?

Nedir bizi böylesine patlayasıya şişiren gaz?

Korkuyorum bayanlar baylar, korkuyorum...

80'ler ve müteakip yıllarda hep bir övünç kaynağı ve Avrupa karşısında büyük bir avantaj olarak sunulan 'nüfusumuzun çoğunluğunun genç olması' silahı, kitlesel cehalet yüzünden kendi suratımıza çevrilmiş durumda... Tetiğe kazayla basıldı basılacak!

Sen koskoca bir nesli, temel yaşam kavgası 'köşeyi nasıl dönerim?' olacak şekilde yetiştir; zararsız magazin balonları gibi görünen onlarca TV programıyla insanları sanal, mutlu ve zengin yaşamlara özendir; 'BBG', 'size öyle böyle diyebilir miyim?', 'ostar', 'bustar' gibi organizasyonlar ve her daim gözümüze sokulan 'kenar mahalleden krallığa' hikâyeleriyle millete 'sen de onlar gibi olabilirsin' diyerek tipik sistem tuzağını kur, tabana yapay bir umut aşıla; fakirlikten mutluluğa ve zenginliğe giden yolu, masalsı dizilerle anlat...

"Kimbilir, belki bir gün ben de köşeyi dönerim" umuduyla yaşayan; hayatın gerçeklerinden uzak; işine ve mesleğine sarılmayan, saygı göstermeyen ve bir Jeep'i olmadığı müddetçe gerçek anlamda mutlu olmayacak bir nesilden söz ediyorum.

O nesil ki, 80 senelik onurlu ve mutlu bir hayat süren memur dedesine değil, Reina'da manken avlayan kara para prenslerine özenir.

O nesil ki, namusu ve dürüstlüğüyle yaşayan ayakkabıcı, terzi, marangoz, berber, saatçi, bakkal atasına değil, iki türkü çığırarak 'sanatçı' diye anılmayı başaranlardan feyz alır.

Ve işte o nesil ki, 'köşeyi dönme' umudu kırıldıkça çıldırır, cinnetin eşiğine gelir!

Çok büyük ve geri dönülmesi zor bir yanlışın tam ortasındayız.

Korkuyorum...

Ağustos 30, 2005

30 Ağustos kutlu olsun!


Google Earth ile dünyaya bakıp da üstteki manzaraya 'işte benim memleketim' dememizi sağlayanlara bir kez daha şükranlarımızı sunuyoruz...

Gençliğe Hitabe'yi bir kez daha anlayarak, idrak ederek, anlamlandırarak, günümüzü şartları içinde tekrar yorumlayarak okuma zamanıdır.

"Memleketin her köşesini bilfiil işgal etmek" için askerî güç harici yöntemler de olduğunu belki anlarız, kim bilir?

Dilini katletme!

Dayanamadım ve hatta mecburi istirahatten faydalanarak (bkz. bir alttaki mesaj) bir banner ve HTML sayfacığı (!) bile yaptım.

Evet, çünkü öyle güzel Türkçe kullanıyoruz ki, herkesi tebrik edeyim istedim!

Dilimizi düzgün kullanma konusunda benim gibi başka rahatsız bünyeler varsa Türk blog camiasında, onları da blogumun sağ alt köşesinde bulunan 'banner'ı -eğer arzu ederlerse- bağlantılı sayfasıyla birlikte kullanmaya davet ediyorum.

Bir kişi bile ilgilense bana yeter...

Teşekkürler...

Not: Kendi şüpheciliğimi zorlayarak getirdiğim bir açıklama: Söz konusu banner ya da bağlantılı sayfayla ilgili hiç bir tuzak ya da 'hit kaygısı' yoktur. Banner da, görsel de, sayfa kodu da ortada; istenilen yerde barındırılabilir.

Ağustos 29, 2005

Gözüm de döndü, dizim de...

Göz dönmesi hadisesini pas geçiyorum lâkin diz dönmesi kısmı hiç de pas geçilecek gibi değil. Yan bağlar yırtılmasa da oldukça zedelenmiş. Elastik bandajla zar zor hareket ediyorum. Salondan tuvalete gitmem neredeyse beş dakika sürüyor.

En az iki gün benden hayır gelmez...

Ağustos 27, 2005

Blog dejenerasyonu

Önce ticari markalar sulanmaya başladı bloglara... Bize de geliyor talepler; "blog sitesi istiyoruz" diye...

Şimdilerde de ucuz yöntemlerle para kaldırmaya çalışanları görüyorum bloglar vasıtasıyla... Sözde bir ihtiyacına kaynak arıyor, sponsor bekliyor!

Clark Kent duyurusu ile aklımda kötü ihtimaller canlandı maalesef: Kötü niyetli biri, Türk blog camiasının naifliğinden faydalanıp "aman kardeşim kanser tedavisi görüyor onu kurtarmak için hedebank hesabına yardımlarınızı bekliyoruz" dese, parayı kaldırır gider gibi geliyor.


Bu satırları bir şekilde okuyan arkadaşlar; şu anda böyle bir vaka yok ama lütfen yine de dikkatli olalım!

Ağustos 23, 2005

Salona terfi eden DVD keyfi

Çalış, didin, nereye kadar? Şu kanımızı kemiren kapitalist düzenin bizim haneye hiç mi faydası dokunmayacak?

Küçük bir hovardalıkla, ve ve ve peşin fiyatına tamm 10 taksitle, salona ev sineması sistemi kurduk!

Meraklıları için söyleyeyim: SC-HT870

Henüz tam performansla test edemedim; zaten son 2 saattir kurulumla uğraşıyordum, ancak bitti. İzlenimlerimi daha sonra paylaşırım.

FZG, ADG, komtan! Küçük odaya tıkışmadan salona yayıla yayıla DVD keyfine buyurun efendim!

İkişer bira benden!

:)

Ağustos 22, 2005

Pazartesileri kim sever?

Evet, pazartesi günlerini sevmiyorum; eğer sevenler varsa, onları da peşinen sevmiyorum!

Sırf yatıp uyuyunca sabah olacak diye yatağa gitmekte zorlanıyorum şu anda... Uykum da var halbuki...

Sızlanmak fayda etmiyor; işimiz gücümüz var da çalışıyoruz aslında, şükretmek lâzım değil mi?

Buraya yolu düşen herkese arızasız, tasasız ve çabuk geçip bitecek bir hafta diliyorum efendim!

Ağustos 20, 2005

Foto update

Fotoğraf Albümü'ne yeni fotoğraflar eklendi.

Meraklısına...

Evde tek başına...

Ebru çalışıyor, ben evdeyim... Sabaha karşı 4'te yatmama rağmen 9'da kalktım ya da daha doğru bir deyimle, kaldırıldım :)

Yalnız kaldıktan sonra biraz temizlik, biraz tembellik, Big Mac menü ve F1 İstanbul Grandprix'si sıralama turları seyri...

Artık bilgisayar karşısında biraz daha vakit geçirme vakti :)

Ağustos 13, 2005

Kaçamak: İptal!

Meteor.gov.tr istihbaratına dayanarak aldığımız karar doğrultusunda (Kırklareli) haftasonu hiç bir yere gitmiyoruz.

Evdeyiz... DVD seyrederiz, bekleriz...

:)

Ağustos 12, 2005

Haftasonu kaçamağı

Ani bir gelişmeyle cumartesi sabahı Kıyıköy'e gidiyoruz. Cumartesi, Pazar... toplam 2 güm bile sayılmaz...

Funda gidecekmiş, bizi de davet etti...

Temiz hava, bol gıda; hiç de fena olmayabilir hani...

Ağustos 09, 2005

Yaşlanmak mı, tekâmül mü, kaybolmak mı?

Çok değil, bundan 8 - 10 sene evvel başka biri gibiydim.

Bana sorarsanız ben, yine 'aynı' bendim ama ne çevrem, ne arkadaşlarım, ne işim gücüm, ne günlük yaşantım, ne de dış görünüşüm şimdiki gibiydi...

İşte o zamanlar birbirimizin üzerine kustuğumuz, birlikte şişelerce köpeköldüreni Abdullah Sokak'ta devirdiğimiz, sabaha kadar kafamıza göre müzik çalan salaş barlar arasında fink attığımız ve 'daha çok nasıl sarhoş olabiliriz?' sorusuna cevap aradığımız dostlarla artık birbirimizi tanımıyoruz bile...

Geçen gün Umut'la buluştuk, bowling oynamaya gittik. O zaman söylediği bir laf aslında geçirdiğimiz bu acayip sürecin neticesini özetliyordu:

(Manowar İstanbul konseri afişi üzerine konuşuyor)
"Ulan bunlar biz gençken gelmediler, şimdi gelecekleri tuttu!"

Sahi ya; ben niye bu konsere gitmiyordum? Artık o müziği mi sevmiyordum?

Aksine; hatta müzikal anlamda hâlâ 80'lerde yaşıyorum: Manowar, Slayer, Overkill, Exodus, Savatage, Queensryche, Master of Puppets (Burada Metallica adını geçirmek istemedim; itiraf ediyorum), Whitesneke, Skid Row ve daha niceleri...

90'lardan Dream Theater, 2000'lerden ise SOAD var müzik zevkim içinde; yeniye dair iki istisna sadece bunlar...

E peki hâlâ "Hail and Kill" ve "Kings of Metal" dinleyip (afedersiniz) eşek gibi keyif alabiliyorken neden bu konsere beni götürecek bir gaz, bir istek duyamadım içimde?

Hâlbuki ilk Metallica konseri zamanında stat kapısına iki gün önceden kamp kurmuştuk. Hetfield sahnede göründüğü anda ağlamıştım...

Yaşlandım mı? Tekâmül mü ettim? Yoksa kayıp mı oldum oralarda?

1990 senesinde liseden mezun olduğum gün saçlarımı bir daha kesmeyeceğime söz verdim kendi kendime... Bu söz, hem sabahları saç uzunluğu kontrolünde bulunan ve 'sözde' uzun saçlara makas atan beş para etmez eğitimcilere karşı 'tavır' olarak verilmiş bir sözdü, hem de o dönemde 'kendimi ait hissettiğim' yaşam tarzını yaşamam, dış görünüş bakımından da onlar gibi görünebilmem için atılmış bir adımdı.

Saçıma tekrar makas değmesi için tam 10 sene geçmesi gerekti.

90, 91, 92, 93, 94, 95, 96, 97, 98, 00...

Birlikte her haltı yediğim, Abdullah Sokak'ta şişelerce köpeköldüren devirdiğim, Köprüaltı – Beyoğlu aksında hudutsuz eğlencenin dibine vurduğum arkadaşlar...

Birbirimizin üzerine kusmalar, orada burada sızmalar, McDonald's ve Borsa hela kabinlerine 5 kişi girip işemeler, kavga etmeler, dayak yemeler, pilot olmuş kafaları yüksek desibelli riff'ler eşliğinde sallamalar...

Yaşlandım mı? Tekâmül mü ettim? Yoksa kayıp mı oldum oralarda?

Bana asıl tokat bir sene kadar evvel çarpmıştı... Bir toplantı nedeniyle takım elbiseliydim. Bilen bilir; mecbur kalmadıkça giymem o lanet kılığı... İşte tam da o sırada, ‘eski’ bir arkadaşa rastladım…

Aynıydı...

Sanki seneler öncesindeydim.

Sanki bir sigara almaya gitmiş de geri dönmüştüm.

Orada duruyordu; aynıydı...

Saçlar yine uzun ve yağlı... Aynı kot mont, aynı sarhoş bakışlar, aynı ağız kokusu, aynı, aynı, aynı!

Ben ise onların tanıdığı ben değildim.

Konuşacak üç-dört kelimeyi bile zar zor bir araya getirebildim...

Empati kurabiliyorum; o zamanlar benim de "bu pezevenk iş güç derdine düştü, çalışıyor, para kazanıyor, artık yüzümüze bile bakmıyor, takılmıyor bu ortamlara şerefsiz!" dediğim insanlar vardı...

Hop hop! Değiş Tonton!

“Olduğun yerde, bir boka yaramadan, senelerce bir milimetre bile ilerlemeden hayatını idame etmek marifet mi?” diye sordum kendime…

Değildi...

Benim seçimim bir 'müzik zevki seçimi' de değildi... Hayata tutunmayı, mutlu ve huzurlu bir hayat kurabilmek için mücadele etmeyi seçmiştim sadece...

Kimse bir şey söylemedi, kimse bir çift laf etmedi, belki kimsenin umurunda bile değildi ama...

Onların kımıldamadan durdukları 'yer'le ben, birbirimizi çoktan dışlamıştık.

Onlar bana şunu söylüyordu:

“Buralara gelme, bizi sattın sen! Aramızda işin yok! Git, evinde otur, patronunun verdiği paracıklarla aldığın müzik sisteminde dinle ne dinleyeceksen!"

Ama zaten ben de benzer şeyler söylüyordum:

Seneler boyunca aradığım ‘huzur’u buldum. Mutluyum.

Hayatımın sonuna kadar birlikte olmam gereken kadını da buldum, evlendim, aşığım…

Yeteneklerimi kullanıyorum, bunun için bana ayda belli bir miktar para veriyorlar, ben de sistemden huzurum için gerekli şeyleri satın alıyorum:

Sabahları taksi hizmeti, Super Supreme pizza, kısa Marlboro, Tuborg Gold, Coca Cola, Lipton Ice Tea, deterjan, bilgisayar, fotoğraf makinesi, Big King XXL, muhtelif DVD, Tekirdağ rakısı, vs.

Tüm bunları yaparken de kimseyle sorunum olmuyor; kimseye tavır yapmıyorum, hiçbir şey için sert bir muhalefetim yok, bindiğim alâmetle kıyamete gidiyorum…

Bu saydıklarımı yapamayan ‘loser ben’ ise hâlâ oralarda, onu son bıraktığım bir yerlerde...

Kayboldu, ben de gidip bir daha aramadım…

Manowar konseri mi dediniz?

Emin olun, senelerdir arayıp sormadığım ‘terkedilmiş kendim’e o konserde rastlamak çok travmatik olurdu!

Ben de evde oturdum.

Konser günü bangır bangır "Hail and Kill" dinledim!

Ebru içerden güldü ve bana her zaman yaptığı gibi tatlı tatlı takıldı:

“Seni gidi kart metalci seniii!”

Ağustos 07, 2005

Gök yarıldı

Bu yaşıma geldim, böyle gökgürültüsü duymadım!

Günlerdir söylenen "gökgürültülü sağanak yağış" bu olsa gerek...

Ağustos 01, 2005

Kötü blogger...

Bakıyorum da son mesajımda haftasonuna az kaldığını heyecanla belirtmişim. Şimdi de işe gitmeye sadece altı buçuk saat olduğunu üzülerek belirtmek zorundayım :(

Cuma, cumartesi, pazar; nerelerde miydim? Kimsenin merak etmediğini biliyorum. Madem buna web log diyorlar, ben de ne istersen sorarım değil mi ya?

Cuma gecesi pek verimli geçmedi benim haftasonu tatili anlayışım açısından. Öyle uykum gelmiş ki, bilgisayar odasındaki akla hayale gelmeyecek rahatsızlıktaki kanepede sızmışım. Ebru'nun işine gelmiş, yanında horlayan biri olmadan uyumanın keyfine varmış.

Cumartesi gündüz saatlerinde kayınpeder - kayınvalide ağırlaması yaptık. Burada anlatmamıştım: Evlerine akşamüzeri camdan bir kuş girmiş. bir bakmışlar ki yeşil bir muhabbet kuşu! Almışlar içeri ne yapsınlar? Evde bir kafes varmış eski kuşlarından kalma; koymuşlar içine... Olacak şey değil ama!

Bize gelirken o kuşu da getirdiler yanlarında... Bizim kuşla arkadaşlık ederler belki diye... İkisi de erkek olduğu için pek bir aşk yaşanmadı aralarında doğal olarak. Bizimki de ufak kaldı zaten. Tatlı tatlı didiştiler...

Sonra FZG aradı akşam meyhaneye gidelim diye... Ben de "madem sarhoş olasımız var evde olalım" dedim. Kardeş ADG ile birlikte geldiler. ADG dediğim Doğan insanı pek bir övüyordu Tekirdağ Altın Seri'yi... Bir büyük devirdik, lokum gibiymiş şerefsiz!

Gecesinde koltuğa devrilip uyumuşum. Güven biraderler de giderken uyandırdılar sağolsunlar; yatağıma koştum ben de...

Pazar sabahı erkenden uyandım, meyve suyu içtim, bilgisayara takıldım... Tüm bu dediklerim sabah saat 6 sularında oldu... Sonra dayanamadım yattım yine... E, Ebru uyandırdı tabi 10 küsürde yine...

Crash filmini Divx olarak indirmiştim e-mule'den lâkin Türkçe altyazı bulamamıştım. Ebru'nun içine doğdu bakalım bir daha diye; baktık, bulduk, indirdik, filmi de bir güzel seyrettik. Ebru çok çok beğenmedi, beğendi de muhteşem falan bulmadı. Ben bilmiyorum ne düşündüğümü; emin değilim... Bu kadar ırkçılık var mıdır yok mudur ABD'de acaba? Neticede memleketim insanının akraba, arkadaşlık, eş, dost ilişkileri daha da takdire şayan geldi gözüme bu filmden sonra... Plastik hayatlar sürülüyor filme göre ABD'de... Sevgisiz, güvensiz...

Her neyse, filmden sonra devrilip uyumuşuz yine. Öğle uykusu. Güzellik uykusu :)

Kalktım, ayılmam her zamanki gibi bir buçuk saatimi aldı, yemek yedik, TV önünde vakit öldürdük, şimdi de buradayım...

Bloga yazdıklarımla pek anlaşılmıyor ama kuşumuz Tosun günümüzün önemli bir vaktini alıyor aslında... Beni sahip belledi kendine; kafama konuyor, kurlar yapıyor, öpüşüyoruz, aklınız durur. Ebru bu duruma kızıyor, ikimize de küsüyor sonra :)


Ohooo çok gevezelik ettim bu sefer... Yazmaya yazmaya dolmuşum meğer...

Temmuz 29, 2005

Bu hafta da bitti ya...

Bu hafta her gün ne hikmetse saat 12 olmadan kütük gibi devrilip uyudum. Yorgunluktan...

Hafta sonu manda gibi yatasım var.

Son 5 - 10 dk.

:)

Temmuz 27, 2005

N'ettin bana ey hayat?

Kendime vakit ayıramıyorum. Yazı yazmaya mecalim yok. Zaten her gün sayfalar dolusu yazı yazıyorum, burası için atacak kurşunum kalmıyor...

Eve gidince biraz daha vakit ayıcağım sana ey blog; söz!

:)

Temmuz 25, 2005

Ya-nı-yo-rum!!!

Evet evet; bu sıkıntı, hiçbir şey yapmayı istememe hali, bloga yüz vermemeler falan hep bu sıcaktan...

Binbir maymunluk geliştirdim serinlemek için. Vantilatör de tek başına işe yaramıyor. Alkolün 0 derecede ve bir miktar daha altında donmayacağı bilgisinden hareketle bir şişe kolonyayı derin dondurucuya attım. Yandıkça ensemden aşağı döküyor, önce boynuma, sonra omuzlarıma, sonra da kollarıma yayıp ovuyorum. Elimde kalanı da yüzüme vuruyorum. Yetmezse kolonya takviyesi... Buzdan da soğuk bu sıvının vücudumda yarattığı ıslaklık sürerken geçiyorum vantilatörün karşısına; ayarı 3. kademeye alıyor ve başlıyorum "oh" çekmeye...

Yaktınız beni uleeyyn!

Temmuz 23, 2005

Film kaydı...

İzlenen filmleri buraya not düşerim ya; yine unutmuşum taa geçen haftadan kalan iki filmi yazmayı: Red Rose Konağı'nın devamı ama konağın ilk yıllarını anlatıyor. xx'in Günlüğü... (xx'i hatırlasaydım keşke değil mi ama?) / AVP (Alien vs Predator)

Asayiş berkemal...

Evimdeyim, yarın tatil, ofiste de işler iyi gidiyor, her şey yolunda...

Sadece eve geldiğimizde musluktan "tısss" diye bir ses gelmesi sinirlerimizi zıplattı o kadar. Su hâlâ yok. Terliyorum. Duş almak istiyorum.

Temmuz 21, 2005

Komutana mesaj

Seni unutmadığımı bloguna mesaj yazarak belli ettim sandım; hoş sen de bana yazmışsın lâkin hâlâ görüşemedik. 30 Temmuz Cumartesi günü çalışmasan da görüşsek nasıl olur diye sual edecektim komtanım :)

(Telefon diye bir şey var, insan arar sorar, biliyorum ama şimdi gecenin bu saatinde tam aklıma gelmişken söylemeyeyim de sonra unutayım daha mı iyi yani?)

Üvey evlat blog

Baş kaşıyacak vakit olmayınca blog da öksüz kalıyor... Bu aralar günler saatler bana yetmiyor, bir koşuşturma içinde hayat geçiyor.

Sonumuz hayır ola!

Temmuz 18, 2005

Share of throat!

Bir sunum esnasında öğrendim ki içecek sektöründe hedef kitle üzerinde yapılan ve 'share of throat' denilen bir istatistik varmış. Su ve alkol hariç tüketilen sıvı çeşitlerini yüzde olarak sıralayan bir araştırma... Birim olarak adet / fincan değil hacim kullanılıyor. Bu bakımdan günde 2 bardak nescafe içsen de bir bira içtiğinde hacimce yaklaşık olarak eşit hale geliyor payları...

İçine -tabi ki- alkolü de katarak kendimi düşündüm ve yaklaşık 1 ay içinde neler boğazımdan geçtiğini hesap ederek detaylı 'share of throat' istatistiğimi çıkardım. İşte:


aylık ortalamalar
---------------
60 kutu Tuborg Gold bira
25 büyük mug (300 ml.) Nescafe
12 fincan Türk Kahvesi
10 büyük mug (300 ml.) filtre kahve
25 fincan Espresso
2 duble rakı
4 büyük bardak (350 ml.) su (inanılmaz ama gerçek)
20 şişe (200 ml.) Coca Cola
5 şişe (200 ml.) meyve suyu ve türevleri

20 bardak (100 ml. ) çay

hacim hesabı
--------------
60 x 500 = 30.000 ml. bira
25 x 300 = 7.500 ml. Nescafe
12 x 50 = 600 ml. Türk Kahvesi
10 x 300 = 3.000 ml. filtre kahve
25 x 50 = 1.250 ml. espresso
2 x 200 = 400 ml. rakı
4 x 350 = 1.400 ml. su
20 x 200 = 4.000 ml. Coca Cola
5 x 200 = 1.000 ml. meyve suyu

20 x 100 = 2.000 ml. çay

yüzde dağılımı
---------------
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>> %58 Bira
>>>>>>>>>>>>>>> %15 Nescafe
>>>>>>>> %8 Coca Cola
>>>>>> %6 Filtre Kahve
>>>> %4 Çay

>>> %3 Su
>> %2 Espresso
>> %2 Meyve Suyu
> %1 Türk Kahvesi
> %1 Rakı

-------------------------------------------------

Buna benzer bir istatistiğe sahip başka bir insan evladı var mı?

Bu arada, ben bu hesabı yaptığım için deli sayılır mıyım?

Temmuz 15, 2005

İstanbul'a alışaman! / Uyumadan duraman!

Ah nedir bu yorgunluk?

Tatilde öğle uykusuna bünyeyi alıştırmam yüzünden midir bilmiyorum ama uyumak istiyorum sürekli...

Sabah kalkmak mı? Asla!

Benim gibi bira manyağı bir bünye bile koca hafta boyunca akşamları deli gibi uyumak istediği için bir kutu bile bira tüketmedi! Olacak şey değil!

Zaten işyerinde bu hafta bitmek bilmedi... Yine "bir an önce haftasonu gelse" dedim durdum lâkin şimdi bile uykum var. Ebru zorla gönderdi bilgisayar başına; sırf uyuyakalmayayım kanepede diye...

On günlük huzurlu tatil sonrası bünyem İstanbul'a alışamadı; böylece derdim de anlaşıldı... :))

Temmuz 13, 2005

Meşguliyet had safhada...

Tatil dönüşü hep öyle olur ya; bütün işler sizi bekler. Yine böyle bir vaziyet içindeyim.

Şu hafta bir bitsin hele...

Temmuz 10, 2005

Keyiffff!

! ! !

I'm back!

Çantalar daha yeni boşaltıldı... Fotoğraflar bilgisayara aktarıldı... Daha bu sabah misler gibi havuz başında kahvaltı etmiş bir insanoğlu olarak İstanbul havasına alışmaya çalışıyorum...

Şu tatillerin dönüşleri pek beter oluyor be!

Fotoları bekleyin!

:))

Haziran 30, 2005

Bitti... :)

İşten çıkıp eve geldiğime göre artık tatildeyim sayılır!

Tek sıkıntım lanet sol bacağımın çok ağrıyor olması... Biraz da sağ kulağım ağrıyor... Klima çarptı galiba ya neyse...

Final Countdown

Tatil öncesi son 1,5 çalışma saatimin içindeyim. Zaman geçmek bilmiyor. Heyecanlıyım, mutluyum ve aynı zamanda da deliriyorum.

Antalya tarafları neredeyse 40 derece... Yanacağız, öleceğiz ama denizde de serinleyeceğiz :)

Tatil öncesi: Ekstra!

Bugün (dün - 29.06) Ceren'in doğum günüydü. Bu da bana tatil öncesi ekstradan bir eğlence fırsatı yarattı :)

Mekân evlere şenlik olsa da güzel vakit geçirdik.

Tekrar mutlu yıllar Ceren Hanım :)

Haziran 29, 2005

Yarın son!

Yarın, yani perşembe günü, tatil öncesi son iş günü!

Vakit geçmek bilmiyor, tatil günü bir türlü gelmiyor...


Az kaldı ama. Sabır biraz daha...

Ya sabır!

Haziran 27, 2005

Zaman: İzafi kavram...

Mutlu ve neşeli zamanlar nasıl da hızla akıp geçer... Sıkıntılı dakikalar ise her nedense saatler sürer...

Bu açıdan bakıldığında, kimse beni bir dakikanın her zaman aynı uzunlukta olduğuna ikna edemez!

Gün oluyor, sanki saatler geçiyor; bir bakıyorum ki topu topu 5 dakika geçmiş...

Gün oluyor, sanıyorum ki 5 dakika geçmiş; halbuki saatler devrilmiş haberim yok...

Neticede zaman, hakikaten de sırları bizi aşan bir kavram.

Şimdi neden mi bu konuya taktım kafayı? Efendim, tatile bir kaç gün kaldı ya; biliyorum ki Cuma sabahına kadarki zaman don lastiği gibi uzayacak. Tatil ise su gibi akacak, göz açıp kapayıncaya kadar bitip tükenecek...

Budur derdim işte...

Tatil modu

İçinde bulunduğum tatil heyecanı istanbul.com'daki yeni yazıma da yansıdı elimde olmadan:

» buradan buyurun

Haziran 26, 2005

I love you Blogger!

Şu Google hayatımızı kolaylaştırmak için her gün yeni bir şey icad ediyor...

Ne zamandır bloguma fotoğraf vesair eklemediğimden dolayı bu değişikliği fark etmemişim: Resim upload etme hadisesi ne kadar kolay olmuş ya rabbim!

Daha evvel Hello adlı programı kullanıyordum Blogger ile entegre çalışabiliyor diye... Gerek kalmadı artık.

Gel de Google'ı sevme!

Canavar bunlar, canavar!

İstiklâl Marşı 1924 - 1930

Bunu bir yerde buldum ve açıkçası çok şaşırdım. Zeki Üngör'ün bestesi kabul edilmeden evvel kullanılan İstiklâl Marşı bestesi imiş bu... Konunun aslına vakıf değilim; belki de bir kaç besteden sadece biridir...

İndirip dinlemek isteyen buraya tıklasın »

Uydudan İstanbul...

Google işin bokunu çıkarmayı sürdürüyor sayın seyirciler.

Evet map / satellite hadisesine artık İstanbul da detaylarıyla eklenmiş durumda. Aha buraya tıklayın, çıkan uydu resmine zoom yapın, evinizi bulun.

Ayıptır be!

Yorgun cumartesi...

Yoruldum bugün... Öyle ki, saat 4-5 civarı eve geldiğim gibi sızmışım. 9'a doğru uyandım tekrar, yemek yiyip kendime gelene kadar saat zaten 11 olmuştu.

Şimdi iyiyim lâkin sıkılıyorum...

Allahtan tatile 4 gün kaldı... Düşünmek bile güzel.

Ne acı değil mi aslında? Bir sene köpekler gibi çalış, sonra da bir hafta tatile böylesine sevin!

İçine sıçayım ben böyle düzenin!

Haziran 25, 2005

Tatile beş kala...

Çok az kaldı... Eksiklerin listesi de hazır. Hemen temin etmek lâzım:

  • Alka-Seltzer (içkinin dibine vurulduktan sonra)
  • Pharmaton (enerji ve vitamin desteği)
  • Calcium-Sandoz (ek kuvvet)
  • Aspirin (basit dertlere şifa)
  • Apranax-Forte (bilimum ağrılar tatili zehir edemesin diye)
  • Bepanthol krem (cilde besin)
  • Stilex Jel (muhtemel yanıklar için tedbir)
  • 20 küsür faktörlük güneş sütü (henüz cildimiz un rengindeyken, ilk 3-4 gün için elzem)
  • Düşük faktörlü güneş yağı (son 5-6 günde bronzlaşabilmek için)
  • Plaj şemsiyesi (sağdan soldan dilenmeyelim ve istediğimiz kumsala istediğimiz kadar yayılabilelim diye)
  • Şnorkel (deniz keyfinin .okunu çıkarmak için)
  • DV cam kasedi (hatıraları hapsetmek üzere)

edit (28.06.2005, 01.22) Tamamlanan eksikleri yeşertiyorum :))

Ters köşe...

Toplantı neticesi: Fos...

Hem istenen iş kapsamı, hem de üzerinde duracakları konu anlamıda ters köşeye yatmışız. Talepler bizim iş çerçevemize de uymuyor zaten.

Olsun; bitti, rahatladık...

Haziran 24, 2005

Son beş dakika...

Birazdan o büyük toplantıya giriyoruz... Tiyatro kulisinde gibi bir heyacan içindeyiz.

Kolay gelsin hepimize...

Haziran 23, 2005

Bugün uzun sürecek...

Yarınki toplantı öncesi bir sükunet var etrafta, lakin bu sükunet fırtınayı da işaret ediyor olabilir. Genel sunum provası için bu gece geç saatlere kadar buralarda kalacağımızı tahmin ediyorum.

Aman; yarın kazasız belasız atlatılsın, gerisi çok da mühim değil zaten... Ne de olsa tatilden önceki son hafta...

Her lafı tatile bağlıyorum ama aklımdan çıkmıyor ne yapayım?

'Bin'dir bin!

Naçizane blogumun 'unique' ziyaretçi sayısı şu an itibariyle 1.000'e ulaştı!

Bininize de teşekkürler!

:))

Cuma gecesine kadar sessizlik...

Ben de dahil olmak üzere tüm şirket yarınki önemli misafire kilitlenmiş vaziyette... O nedenle cuma akşamına kadar baş kaşıyacak vakit olmayacak.

Aah, ah! Gel 1 Temmuz, gel tatil, gel!

Haziran 21, 2005

Zamanım da yok, halim de...

Her gün geceyarısını geçmeden ağaç gibi yatağa devrilip uyuyorum. Evdeki bilgisayar başında geçirecek vaktim hiç olmuyor. Binaenaleyh, burası da üvey evlat muamelesi görüyor...

Cuma gününden sonra rahatlayacağız inşallah... Hele 1 Temmuz itibariyle hayat zaten duracak 10 günlüğüne...

Yaşasın tatil! Yaşasın 1 Temmuz! Yaşasın güzel ülkemin güzel güney sahilleri!

Haziran 17, 2005

Bine az kala...

İnsanın günlük gibi özel bir eşyasını 1.000 kişinin kurcalaması olacak şey mi? Şu blog denen hadisede bu mümkün; hatta bu sayı az bile!

Hülasa, sanırım Temmuz başında sayfanın altındaki sayaç 1.000'i gösterecek.

İlginç...

Gece yarısı mesaisi

İşte sözünü ettiğim telaşe nedeniyle eve yığdığım bir iş var elimde şu anda; gözümden uyku akmasına rağmen onu yapıyorum. Hani işi en azından çekilir kılmak üzere bir kaç bira attım, lanet uykumu getirdi...

Ama ayıptır söylemesi .ike .ike bitmek zorunda bu iş bugün...

Hayat kolay değil dostlar...

Küçük ama mühim evrak: Tamamdır!

Bir alttaki mesajda bahsini ettiğim küçük ve mühim evrak artık ellerimin arasında, hatta cüzdanımda...

Tu tu tu maaşallah, nazar değmez inşallah...

Haziran 16, 2005

Hayat gailesi...

Yine bir telaşe, yine iş, güç ve koşuşturma... İşte bu yüzden yine yoktum ortalarda birkaç gündür.

Ofiste farklı bir panik var; detaylarını belki daha sonra anlatabileceğim 'acayip' bir büyüme fırsatı nedeniyle bacaklarımız titriyor. Bunun üstüne, iki tane yeni ve global account bağlandı bağlanacak. E tabi her ne kadar birebir görev tanımım içinde olmasa da tüm bu süreçte çok çalışmam gerekiyor...

10 Haziran'la bağlantılı hadiseler de sürüyor. Mesela bugün, neredeyse 1 yıldır alamadığım küçük ama mühim bir evrağı almaya gideceğim. İkinci bir kutlama sebebi de bu olacak sanırsam...

1 Temmuz'da tatile çıkıyor olmamamız kesinleştikten sonra günler daha da ağır geçer oldu. Sürekli geriye sayar haldeyim; konsantrasyonum azaldı, tatilden başka bir şey düşünemez oldum.

Kendimi biraz silkelemem gerekiyor.

Haziran 12, 2005

1 Temmuz'da uçuyoruz!

Vallahi nasıl yaptık ettik bilmiyorum ama rezervasyon yapıldı, uçak bileti alındı, 1 Temmuz Cuma günü sabah saat 08.00 uçağıyla Antalya'ya gidiyoruz!

Nazar değmesin deyu, içinde bulunduğum ince tatil planlarının detayını burada yazmayacağım. Tatil dönüşünde, fotoğraflar eşliğinde anlatırım inşallah :))

Heyoo!

Balkabağı BirabanoR

Birkaç gün önce sakalımı bıyığımı kesmek zorunda kaldım. Çok çirkin oldum. Resmimi buraya koymak isterdim ama utanç verici be yahu :)

Temmuz başına kadar tekrar çıkmış olurlar umarım... (Tatiiiiill!!!)

Develerrr gibi...

Dün gece Ebru'yla birlikte, olayları kutlama babında Develi'ye gittik. Ne zamandır bu kadar fazla yemek yiyip şişmemiştim. Bu sabah itibariyle ancak göbeğimdeki şişkinlik azalmaya başladı.

Bugünden itibaren çok daha az yemek yiyorum, iki hafta içinde de mümkünse 4-5 kilo atıyorum.

İstihap haddimi aştım zira...

Haziran 10, 2005

10 Haziran Obezite Bayramı

Tüm enkriptörlerimin müsebbibi olan hadise müspet bir biçimde neticelendi.

Bayramdır artık bugün!

Phase - I accomplished

No comments. Yarın (içinde bulunduğumuz saat itibariyle bugün) kesin laflar edebilecek hale gelmeyi umuyorum...

Haziran 07, 2005

Sabahlamak ve uykusuzluk...

Pazartesiyi Salıya bağlayan gece şirkette sabahladık... Yaşlandığımdan olsa gerek, artık bünye hiç dayanmıyormuş uykusuzluğa... Saat 15 civarında çıktık şirketten. Evde biraz süründük, biraz uyuduk. Şimdi de salak gibiyim maaşallah...

Haziran 06, 2005

00.30 - 06.15 deliksiz uykusu

Evde yalnız kalmayı unutmuşum diyordum ya, uyumayı unutmamışım ama!

Kafamı koyduğum gibi yatmışım... Saati kurmaya da gerek duymadım ve altıyı çeyrek keçe zımba gibi uyandım... Şimdi bir şişe kola eşliğinde sabah sigaramı içiyorum.

Dışarıda güzel olacağa benzer bir yaz sabahı havası var. Umarım güzel bir hafta olur.

Herkese iyi haftalar...

Haziran 05, 2005

yalnızlıksıkıntısı

Ebru bu gece işyerinde sabahlayacağını söyledi. Zaten çok sıkılyordum evde, daha da beter oldum. Ve fark ettim ki, senelerdir evde tek başıma kalmamışım. Mutlaka birileri olmuş benimle birlikte... İşin kötü yanı, tek başıma olmayı öylesine unutmuşum ki, bu geceyi nasıl sabah edeceğim bilemiyorum.

Yalnızlık pek zor bir şeymiş, öğrendim...

Haziran 04, 2005

Kompetan-ül blog

MT dergisi, bloglar ve blogların pazarlama iletişimindeki muhtemel yeri hususunda benimle röportaj yaptı... Keşke Blogger t-shirt'üm de gelmiş olsaydı da fotoğraflarda öyle çıksaydım. Ey Googlestore; 3 hafta geçti yollamadın malları hâlâ!

Mayıs 30, 2005

Mayıs 29, 2005

Yarım kilo blogluk laf...

İyi, hoş, şu sanal alemde kimseye hesap vermeden, herkesçe ulaşılabilir olsa da günde 50 bin kişi ziyaret etmediği için nazarımda hâlâ 'hususi' olan canım bloguma her daim de bir şey yazamıyorum. Kasaba gidip "yarım kilo blogluk laf ver" de denilmez... Öte taraftan bir kaç gün yazmazsam da garip bir rahatsızlık duyuyorum.

Netice itibariyle böyle saçmalıyorum işte... Gün içinde kafamdan binlerce şey geçmiyor mu? Geçiyor... Kafamı meşgul eden olaylar / konular olmuyor mu? Oluyor... Hepsini burada yazasım geliyor mu? Gelmiyor. Niye?

Sanırım az evvel ifade ettiğim 'hususiyet' hadisesi yeteri kadar 'muhafazalı' olmadığından...

Yoksa çok şey var, çoook...