Çok değil, bundan 8 - 10 sene evvel başka biri gibiydim.
Bana sorarsanız ben, yine 'aynı' bendim ama ne çevrem, ne arkadaşlarım, ne işim gücüm, ne günlük yaşantım, ne de dış görünüşüm şimdiki gibiydi...
İşte o zamanlar birbirimizin üzerine kustuğumuz, birlikte şişelerce köpeköldüreni Abdullah Sokak'ta devirdiğimiz, sabaha kadar kafamıza göre müzik çalan salaş barlar arasında fink attığımız ve 'daha çok nasıl sarhoş olabiliriz?' sorusuna cevap aradığımız dostlarla artık birbirimizi tanımıyoruz bile...
Geçen gün Umut'la buluştuk, bowling oynamaya gittik. O zaman söylediği bir laf aslında geçirdiğimiz bu acayip sürecin neticesini özetliyordu:
(Manowar İstanbul konseri afişi üzerine konuşuyor)
"Ulan bunlar biz gençken gelmediler, şimdi gelecekleri tuttu!"
Sahi ya; ben niye bu konsere gitmiyordum? Artık o müziği mi sevmiyordum?
Aksine; hatta müzikal anlamda hâlâ 80'lerde yaşıyorum: Manowar, Slayer, Overkill, Exodus, Savatage, Queensryche, Master of Puppets (Burada Metallica adını geçirmek istemedim; itiraf ediyorum), Whitesneke, Skid Row ve daha niceleri...
90'lardan Dream Theater, 2000'lerden ise SOAD var müzik zevkim içinde; yeniye dair iki istisna sadece bunlar...
E peki hâlâ "Hail and Kill" ve "Kings of Metal" dinleyip (afedersiniz) eşek gibi keyif alabiliyorken neden bu konsere beni götürecek bir gaz, bir istek duyamadım içimde?
Hâlbuki ilk Metallica konseri zamanında stat kapısına iki gün önceden kamp kurmuştuk. Hetfield sahnede göründüğü anda ağlamıştım...
Yaşlandım mı? Tekâmül mü ettim? Yoksa kayıp mı oldum oralarda?
1990 senesinde liseden mezun olduğum gün saçlarımı bir daha kesmeyeceğime söz verdim kendi kendime... Bu söz, hem sabahları saç uzunluğu kontrolünde bulunan ve 'sözde' uzun saçlara makas atan beş para etmez eğitimcilere karşı 'tavır' olarak verilmiş bir sözdü, hem de o dönemde 'kendimi ait hissettiğim' yaşam tarzını yaşamam, dış görünüş bakımından da onlar gibi görünebilmem için atılmış bir adımdı.
Saçıma tekrar makas değmesi için tam 10 sene geçmesi gerekti.
90, 91, 92, 93, 94, 95, 96, 97, 98, 00...
Birlikte her haltı yediğim, Abdullah Sokak'ta şişelerce köpeköldüren devirdiğim, Köprüaltı – Beyoğlu aksında hudutsuz eğlencenin dibine vurduğum arkadaşlar...
Birbirimizin üzerine kusmalar, orada burada sızmalar, McDonald's ve Borsa hela kabinlerine 5 kişi girip işemeler, kavga etmeler, dayak yemeler, pilot olmuş kafaları yüksek desibelli riff'ler eşliğinde sallamalar...
Yaşlandım mı? Tekâmül mü ettim? Yoksa kayıp mı oldum oralarda?
Bana asıl tokat bir sene kadar evvel çarpmıştı... Bir toplantı nedeniyle takım elbiseliydim. Bilen bilir; mecbur kalmadıkça giymem o lanet kılığı... İşte tam da o sırada, ‘eski’ bir arkadaşa rastladım…
Aynıydı...
Sanki seneler öncesindeydim.
Sanki bir sigara almaya gitmiş de geri dönmüştüm.
Orada duruyordu; aynıydı...
Saçlar yine uzun ve yağlı... Aynı kot mont, aynı sarhoş bakışlar, aynı ağız kokusu, aynı, aynı, aynı!
Ben ise onların tanıdığı ben değildim.
Konuşacak üç-dört kelimeyi bile zar zor bir araya getirebildim...
Empati kurabiliyorum; o zamanlar benim de "bu pezevenk iş güç derdine düştü, çalışıyor, para kazanıyor, artık yüzümüze bile bakmıyor, takılmıyor bu ortamlara şerefsiz!" dediğim insanlar vardı...
Hop hop! Değiş Tonton!
“Olduğun yerde, bir boka yaramadan, senelerce bir milimetre bile ilerlemeden hayatını idame etmek marifet mi?” diye sordum kendime…
Değildi...
Benim seçimim bir 'müzik zevki seçimi' de değildi... Hayata tutunmayı, mutlu ve huzurlu bir hayat kurabilmek için mücadele etmeyi seçmiştim sadece...
Kimse bir şey söylemedi, kimse bir çift laf etmedi, belki kimsenin umurunda bile değildi ama...
Onların kımıldamadan durdukları 'yer'le ben, birbirimizi çoktan dışlamıştık.
Onlar bana şunu söylüyordu:
“Buralara gelme, bizi sattın sen! Aramızda işin yok! Git, evinde otur, patronunun verdiği paracıklarla aldığın müzik sisteminde dinle ne dinleyeceksen!"
Ama zaten ben de benzer şeyler söylüyordum:
Seneler boyunca aradığım ‘huzur’u buldum. Mutluyum.
Hayatımın sonuna kadar birlikte olmam gereken kadını da buldum, evlendim, aşığım…
Yeteneklerimi kullanıyorum, bunun için bana ayda belli bir miktar para veriyorlar, ben de sistemden huzurum için gerekli şeyleri satın alıyorum:
Sabahları taksi hizmeti, Super Supreme pizza, kısa Marlboro, Tuborg Gold, Coca Cola, Lipton Ice Tea, deterjan, bilgisayar, fotoğraf makinesi, Big King XXL, muhtelif DVD, Tekirdağ rakısı, vs.
Tüm bunları yaparken de kimseyle sorunum olmuyor; kimseye tavır yapmıyorum, hiçbir şey için sert bir muhalefetim yok, bindiğim alâmetle kıyamete gidiyorum…
Bu saydıklarımı yapamayan ‘loser ben’ ise hâlâ oralarda, onu son bıraktığım bir yerlerde...
Kayboldu, ben de gidip bir daha aramadım…
Manowar konseri mi dediniz?
Emin olun, senelerdir arayıp sormadığım ‘terkedilmiş kendim’e o konserde rastlamak çok travmatik olurdu!
Ben de evde oturdum.
Konser günü bangır bangır "Hail and Kill" dinledim!
Ebru içerden güldü ve bana her zaman yaptığı gibi tatlı tatlı takıldı:
“Seni gidi kart metalci seniii!”
1 yorum:
ah be oğlum, sonunda kendini buldun, ancak farkına geç vardın. ben sana taaa o zamanlar tv8'de birlikte çalıştığımız zamanlarda söylüyordum, gençlik işte, bir kulaktan gir öbür kulaktan çık :) neyse benim haklılığımı tartışmıyorum ama, kendini bulman ve bunu tekbaşına yapmış olman keyif verici. yeni seçtiğin hayattan ve bu yazıdan sonra şapka çıkarıyorum... selamlar ve sevgiler..
Yorum Gönder