Şubat 25, 2005

Yine bana hüsran, bana yine hasret var...

Evet; lig şampiyonluğu umurumda değil. Belki de futbolla yatıp futbolla kalkmadığım, her sohbetimin içinde futbol olmadığı ya da bir takımı delicesine tutmadığım içindir. Ama benim kendime itiraf ettiğim neden çok farklı:

Ben yerel başarıları umursamıyorum!

Galatasaray'ın başındayken Mustafa Denizli'nin söylediği bir söz vardı: "Bilmemkaç senesinde ligde kimin şampiyon olduğu hatırlanmaz ama bir Avrupa başarısı hiçbir zaman unutulmaz" diye. Haklı değil mi sizce de?

Şu kesindir ki, Galatasaray'ın UEFA ve Süper Kupa başarıları, Türk takımları için Avrupa başarı çıtasını yükseltmiştir. Ya aynısını yapar ve bu başarıyı egale edersiniz, ya da Şampiyonlar Ligi'ni kazanarak çıtayı tavana çivilersiniz. Var mı ötesi?

Tabi bu düşüncenin karşısına hep sarı-lacivert 6-0'lar çıkıverir... Tekrar ediyorum, Galatasaray isterse Türkiye'de üçüncü lig takımına 85-0 yenilsin, kazandığı başarılar gölgelenebilecek başarılar değildir. Bir Galatasaraylı karşısında sonsuza dek dimdik durabilmenin tek yolu onu ligde yenmek değil, onun başarılarını tekrar edebilmek ya da geçebilmektir.

Kendi tabirimle bir 'light' Fenerbahçeli olarak, bu düşünceler içindeyken, doğal olarak, tüm arzum Fenerbahçe'nin bu turu geçmesiydi. Peki inançlı mıydım? Hayır, değildim... Gol atacağımızı biliyordum. Yiyeceğimizi de... Önemli olan kimin daha az yiyeceği idi. Onlar daha az yedi...

Zaragoza takım oyunu oynuyor. Parıl parıl parlayan yıldızları yok; ayrıca modern futbolda üstün yetenekli futbolculara 'şov' dışında gerek de yok. Koşan, rakibe alan bırakmayan, presli, ayağa isabetli pas yapan ve gol vuruşlarında etkili olan her takım, Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırabilir günümüz futbolunda... Yıldız futbolcular sadece denge bozarlar. Ya kilitlenen bir oyunda bireysel yetenekleriyle maçın dengesini, ya da aşırı özgüven, şımarıklık veyahut aldıkları astronomik ücretlerle takımın dengesini bozarlar...

Zaragoza takım gibi takım... Yukarıda saydığım herşeyi yapıyorlar. Maç boyunca kontrolü elden bırakmıyorlar. Sadece paniklerlerse avantaj kaybedebilecek bir takım Zaragoza ama böyle bir durum bizim maçlarda hiç gerçekleşmedi; çünkü skor bakımında rahattılar her iki maçta da...

Bugünkü maça gelince...

Daum şöyle düşünmüş: "Önce gol yemeden ilk devre rakibi bir tartalım, sonra onlar maçı riske etmemek üzere gol ararken tokat gibi çarpalım."
Bu yüzden ilk 11'de Tuncay yoktu. Planlara göre gol yenilmemesi gerekiyordu. Yenmeyebilirdi de... Hiç golden bahsetmeden bir öneride bulunacağım. Frikik anında defans konusunda takımı Hooijdonk çalıştırsın. Sanırım baraj kurulumu ve kalecinin durması yer konusunda herkesten daha iyi fikirleri vardır... Kalecilikten anlayan biri olarak söylüyorum; gol vuruşunda baraj da Rüştü de yanlış yerdeydi!

Takım daha maçın 10. dakikasının 42. saniyesinde gol yiyince ve evdeki hesap çarşıya uymayınca taktik değişmek zorunda kaldı. 38. dakikada Selçuk -ki oynadığı süre içinde başarılı sayılırdı- dışarı alındı ve yerini Tuncay'a bıraktı. Aslında takım Kadıköy'deki maçtan daha iyi oynuyordu. Azar işitmiş olacaklar ki ayağa isabetli pas yapıyorlar, uzun toplar yerine bu şekilde orta sahayı geçmeye çalışıyorlardı.

Tuncay'ın 49. dakika içinde kaçırdığı iki müteakip gol pozisyonu vardı ki, bunlardan birinin gol olması belki Fenerbahçe'yi ateşleyebilirdi. Sadece Tuncay'ın pozisyonları da değil; 50, 55 ve 58'de kaçan üç önemli poziyon daha vardı. Taktik hedef ikinci devrenin başında gol bulmaktı; bu gerçekleşmeyince maç sarpa sarmaya başladı yavaş yavaş...

Bu arada Zaragoza armut toplamadı elbet. İtiraf etmek gerekir ki Rüştü'nün çıkardığı en az üç gollük vuruş vardı.

A planı tutmadı, B planı da tutmadı... 60. dakikada C planına geçti Fenerbahçe. Önder'in yerine Hooijdonk'un girmesiyle savunma üçlendi, defans güvenliği özellikle hızlı ve kalabalık ataklara karşı iyice zayıfladı. Yaşı ve tarzı itibariyle yırtıcı özelliklere sahip olmayan bir futbolcunun atağa katılmasıyla defanstan bir adam eksilmesi eşdeğer değildi elbet. Kimbilir, belki de bir frikik golü düşlendi Hoojdonk için!

70. dakikanın 32. saniyesinde yemekten utanılmayacak bir gol yedi Fenerbahçe ve zaten az olan umutları tamamen tüketti. Hemen golün ardından iki oyuncu birden değiştiren Zaragoza, tamamiyle defansı ön planda tutup kontrataklarla eksik savunmayı delmeyi hedefledi. Son dakikalarda şuursuz bir baskı kurmaya çalıştık, biraz yetenek, biraz da pozisyondan kaynaklanan karambol şansın yardımıyla Alex bir gol buldu. Değeri ise maalesef sıfırdı.

Maç bitti; ama maç sonunda Aurelio için bir çift sözüm var: Aurelio sanki sahada ikiz kardeşiyle aynı anda oynuyor gibiydi. Kaleye şut çektikten sonra dönen atağı kendi ceza sahası içinde yine o çeviriyordu. Bütün maç boyunca takımı yönlendirmeye çalıştı, top sakladı, pas ve pres yaptı. Aurelio ne olursa olsun on numara bir futbolcu...

Bu maç yazısının aslında bir 'bitiş' bölümü yok. Olamaz da; ne denilebilir ki? Umarım ki futbol kamuoyu da, futbol basını da Alex'le, Anelka'yla değil, 'takım'la şampiyon olunabileceğini iyice öğrenmişlerdir.

Galatasaray'ın başarılarının ta Derwall'e kadar uzandığını ve yıllar süren bir birikimin neticesi olduğunu hatırlayalım lütfen. Fenerbahçe de, bence, 2007'den önce hiçbir Avrupa kupasına yaklaşamaz. Tabi gerekli istikrarı tutturabilirse...

Aksi takdirde, bugün de olduğu gibi:

Yine bana hüsran, bana yine hasret var...

Hiç yorum yok: