Şubat 27, 2005
Beyhude gayretler silsilesi
Neymiş efendim, "bilgisayarı formatlayacakmışım!"
Peh!
Bir error mesajı yüzünden sistemi suçladım, hard diskin bir kısmında deli gibi mp3 vardı, yüzlerce fotoğraf vardı, bunları yedekleyeceğim diye tam 24 CD yazdım desem bana deli der misiniz?
Ne oldu peki? Tüm cumartesi günüm bu lanet aletle uğraşmakla geçti... Netice? Yine aynı error mesajı geliyor! Bir yazılımla çakışıyor ama nedir bilemedim...
Eh, ben de kendimi "olsun aman sistem ferahladı" diyerek avutuyorum.
Hâlâ eksikler var tamamlanması gereken... Yüklenecek programlar, CD'lerle alınan yedeklerin geri yüklenmesi ve saire ki sormayın...
Hevesim kaçtı, kırasım geldi bilgisayarı. Ebru o kadar da söylemişti "boşver formatı" diye...
Ahh kafam ahhh!
Şubat 25, 2005
Yine bana hüsran, bana yine hasret var...
Ben yerel başarıları umursamıyorum!
Galatasaray'ın başındayken Mustafa Denizli'nin söylediği bir söz vardı: "Bilmemkaç senesinde ligde kimin şampiyon olduğu hatırlanmaz ama bir Avrupa başarısı hiçbir zaman unutulmaz" diye. Haklı değil mi sizce de?
Şu kesindir ki, Galatasaray'ın UEFA ve Süper Kupa başarıları, Türk takımları için Avrupa başarı çıtasını yükseltmiştir. Ya aynısını yapar ve bu başarıyı egale edersiniz, ya da Şampiyonlar Ligi'ni kazanarak çıtayı tavana çivilersiniz. Var mı ötesi?
Tabi bu düşüncenin karşısına hep sarı-lacivert 6-0'lar çıkıverir... Tekrar ediyorum, Galatasaray isterse Türkiye'de üçüncü lig takımına 85-0 yenilsin, kazandığı başarılar gölgelenebilecek başarılar değildir. Bir Galatasaraylı karşısında sonsuza dek dimdik durabilmenin tek yolu onu ligde yenmek değil, onun başarılarını tekrar edebilmek ya da geçebilmektir.
Kendi tabirimle bir 'light' Fenerbahçeli olarak, bu düşünceler içindeyken, doğal olarak, tüm arzum Fenerbahçe'nin bu turu geçmesiydi. Peki inançlı mıydım? Hayır, değildim... Gol atacağımızı biliyordum. Yiyeceğimizi de... Önemli olan kimin daha az yiyeceği idi. Onlar daha az yedi...
Zaragoza takım oyunu oynuyor. Parıl parıl parlayan yıldızları yok; ayrıca modern futbolda üstün yetenekli futbolculara 'şov' dışında gerek de yok. Koşan, rakibe alan bırakmayan, presli, ayağa isabetli pas yapan ve gol vuruşlarında etkili olan her takım, Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırabilir günümüz futbolunda... Yıldız futbolcular sadece denge bozarlar. Ya kilitlenen bir oyunda bireysel yetenekleriyle maçın dengesini, ya da aşırı özgüven, şımarıklık veyahut aldıkları astronomik ücretlerle takımın dengesini bozarlar...
Zaragoza takım gibi takım... Yukarıda saydığım herşeyi yapıyorlar. Maç boyunca kontrolü elden bırakmıyorlar. Sadece paniklerlerse avantaj kaybedebilecek bir takım Zaragoza ama böyle bir durum bizim maçlarda hiç gerçekleşmedi; çünkü skor bakımında rahattılar her iki maçta da...
Bugünkü maça gelince...
Daum şöyle düşünmüş: "Önce gol yemeden ilk devre rakibi bir tartalım, sonra onlar maçı riske etmemek üzere gol ararken tokat gibi çarpalım."
Bu yüzden ilk 11'de Tuncay yoktu. Planlara göre gol yenilmemesi gerekiyordu. Yenmeyebilirdi de... Hiç golden bahsetmeden bir öneride bulunacağım. Frikik anında defans konusunda takımı Hooijdonk çalıştırsın. Sanırım baraj kurulumu ve kalecinin durması yer konusunda herkesten daha iyi fikirleri vardır... Kalecilikten anlayan biri olarak söylüyorum; gol vuruşunda baraj da Rüştü de yanlış yerdeydi!
Takım daha maçın 10. dakikasının 42. saniyesinde gol yiyince ve evdeki hesap çarşıya uymayınca taktik değişmek zorunda kaldı. 38. dakikada Selçuk -ki oynadığı süre içinde başarılı sayılırdı- dışarı alındı ve yerini Tuncay'a bıraktı. Aslında takım Kadıköy'deki maçtan daha iyi oynuyordu. Azar işitmiş olacaklar ki ayağa isabetli pas yapıyorlar, uzun toplar yerine bu şekilde orta sahayı geçmeye çalışıyorlardı.
Tuncay'ın 49. dakika içinde kaçırdığı iki müteakip gol pozisyonu vardı ki, bunlardan birinin gol olması belki Fenerbahçe'yi ateşleyebilirdi. Sadece Tuncay'ın pozisyonları da değil; 50, 55 ve 58'de kaçan üç önemli poziyon daha vardı. Taktik hedef ikinci devrenin başında gol bulmaktı; bu gerçekleşmeyince maç sarpa sarmaya başladı yavaş yavaş...
Bu arada Zaragoza armut toplamadı elbet. İtiraf etmek gerekir ki Rüştü'nün çıkardığı en az üç gollük vuruş vardı.
A planı tutmadı, B planı da tutmadı... 60. dakikada C planına geçti Fenerbahçe. Önder'in yerine Hooijdonk'un girmesiyle savunma üçlendi, defans güvenliği özellikle hızlı ve kalabalık ataklara karşı iyice zayıfladı. Yaşı ve tarzı itibariyle yırtıcı özelliklere sahip olmayan bir futbolcunun atağa katılmasıyla defanstan bir adam eksilmesi eşdeğer değildi elbet. Kimbilir, belki de bir frikik golü düşlendi Hoojdonk için!
70. dakikanın 32. saniyesinde yemekten utanılmayacak bir gol yedi Fenerbahçe ve zaten az olan umutları tamamen tüketti. Hemen golün ardından iki oyuncu birden değiştiren Zaragoza, tamamiyle defansı ön planda tutup kontrataklarla eksik savunmayı delmeyi hedefledi. Son dakikalarda şuursuz bir baskı kurmaya çalıştık, biraz yetenek, biraz da pozisyondan kaynaklanan karambol şansın yardımıyla Alex bir gol buldu. Değeri ise maalesef sıfırdı.
Maç bitti; ama maç sonunda Aurelio için bir çift sözüm var: Aurelio sanki sahada ikiz kardeşiyle aynı anda oynuyor gibiydi. Kaleye şut çektikten sonra dönen atağı kendi ceza sahası içinde yine o çeviriyordu. Bütün maç boyunca takımı yönlendirmeye çalıştı, top sakladı, pas ve pres yaptı. Aurelio ne olursa olsun on numara bir futbolcu...
Bu maç yazısının aslında bir 'bitiş' bölümü yok. Olamaz da; ne denilebilir ki? Umarım ki futbol kamuoyu da, futbol basını da Alex'le, Anelka'yla değil, 'takım'la şampiyon olunabileceğini iyice öğrenmişlerdir.
Galatasaray'ın başarılarının ta Derwall'e kadar uzandığını ve yıllar süren bir birikimin neticesi olduğunu hatırlayalım lütfen. Fenerbahçe de, bence, 2007'den önce hiçbir Avrupa kupasına yaklaşamaz. Tabi gerekli istikrarı tutturabilirse...
Aksi takdirde, bugün de olduğu gibi:
Yine bana hüsran, bana yine hasret var...
Şubat 24, 2005
FB vs Zaragoza / son raund...
Maç hakkında yine geniş bir yazı yazmayı düşünüyorum maç bittikten sonra...
Depresif Mod (tekrar)
Evet, ruh hastasıyım. Anksiyete bastı bünyemi. Bir tedirginlik hali var sürekli. Diken üstünde gibiyim; öyle mal mal hiçbir şey yapmadan duruyorum.
"Bu da gelir, bu da geçer" tesellisine sarıldım. Hadi hayırlısı...
Şubat 23, 2005
Son yazı...
Şubat 22, 2005
Buradayım...
Aslında hem yazacak bir şeyim yoktu, hem de vardı... Aslında hem yazmak istiyordum, hem de istemiyordum. Aslında hem aklım başımdaydı, hem de değildi. Aslında...
Di mi Cevat aabi?
Evet evet...
Şubat 20, 2005
Mütemadi uyku müşkülâtı
Dün de 2 gibi yattım. Şimdi de uykum geldi işte... Tamam sabah altıya kadar otumak istemiyorum ama bari şöyle dörde kadar dinç kalsam ne olurdu yani?
Teknik servis...
Sanırım iyi oldu... Daha evvel 2000 kuruluydu alete, kasıyordu. Cillop gibi oldu şimdi. XP üzerine bir kaç elzem program var o kadar... Ferah ferah çalışır atık!
Mühim misafir bekleyişi...
Şaka bir yana Ebru'ya hissettirememiş olsam da çok istedim gelmelerini. Saçma bir hadise ama onlarla bir aradayken içinde bulunduğum ilişkiden duyduğum memnuniyet, mutluluk ve akabinde gelen heyecan artıyor.
Doğru insanı bulamamış olanlar küfür edecekler belki ama ben evli olmayı seviyorum!
yazamamasıkıntısı
Her gün ne halt ettiğimi yazasım gelmek zorunda mı? Sanırım tüm 'blogger'ların bir süre sonra içine düştükleri temel sorunsaldır bu.
Belki de bu nedenle binlerce 'blog' nette ölüme terkedilmiş durumda. Independenta tankeri gibi Haydarpaşa açıklarında jilet olacakları günü bekliyorlar sanki.
Ama burasını her ne şartta olursa olsun böyle bir hazin son beklemiyor.
Ben yazarım. Böyle boş da olsa yazarım.
Şubat 19, 2005
1 ay
Buraya bugüne kadar 355 kişi girmiş ve toplam 1.054 sayfa görüntülemiş. Benim girişlerim IP adresim statik olduğu için bu kayıtlara da unique olarak geçmiş olacağından benim bu blogu ziyaretlerimin çok etkisi yok bu rakamlara...
Efendim bir ay geçmesi ne demek; şahsen ben nice sene-i devriyeler temenni ediyorum güzide bloguma...
Şubat 18, 2005
Olacağı bu!
Bir perşembe gecesine renk katacak bir unsurdu bu geceki maç. Hani bira, cips vs. Anlarsınız...
Oturdum, başladım seyretmeye...
Bir futbol maçında bir takımın gol atması için topla ceza sahası yakınında ya da içinde buluşması gerekir değil mi? Var mı başka bir yolu? Varsa da ben bilmiyorum. Peki bunu nasıl yapacaksınız?
Topu ileriye taşımayı becererek.
Ya bu nasıl olur?
Artık "bilmemkim topu aldı, 86 kişiyi çalımlayarak ceza sahasına girdi ve şutunu çekerek golünü attı" devri çoktan bitti. Ya efendi gibi isabetli kısa paslar ve ver-kaçlarla dalacaksın, ya kanatlardan sıfıra inmeye çalışıp ortalar çakacaksın, ya da isabetli uzun paslarla oyunu açacaksın.
Bunların hiç birini beceremezsen ne olur? Aha işte bu olur!
İyi, tamam, bunları becermek lazım ama bununu yolu yordamı nedir peki?
Cevabı vermek için futbol âlimi olmaya lüzum yok.
Eğer bir takım, karşı takımın alan savunması içinde orta sahasını kaybediyorsa ve ileriye defans adamlarıyla uzun toplar çıkarmaya çalışıyorsa olmaz...
"Aman pas yaparak yerden sağlam gidelim" deyip de dallamaca pas hataları yapıyor ya da arka arkaya 4-5 isabetli pas yapamıyorsa olmaz...
"Bari topu daha yarısahadan çıkmadan evvel top tutabilen, yaratıcı ve pas yüzdesi yüksek bir adamla buluşturalım, o yönlendirsin oyunu" deyip de o adam bu sorumluluğu alamıyorsa o da olmaz...
Neticede Anelka ne yapsın, Nobre ne yapsın? Kim onlara ters bir laf edebilir? Ederse eşektir.
Aurelio büyük adammış. Atağa kalkan takıma büyük faydaymış. Karşı takım ileri çıkarken orta sahada basmakta ustaymış. Oyunu açma konusunda üstadmış. Budur bugünden çıkan netice...
Alın size Fenerbahçe...
Şu Selçuk ne zaman bizi utandıracak? Futbol IQ'su yeterli mi acaba bizi utandırmaya? Sanmam. Maç boyunca olmadık pas hataları yaptı, ileriye kendisinden beklenen topları çıkaramadı, oyunu okuyamadı, bizi "ah Aurelio" diye ağlattı.
Yine de bir ara seyirci tarafından yuhalanması da tasvip edilecek bir şey değil. Hoş; sonra taraftarların geri kalan kısmı "Selçuk, Selçuk" diye gaz verdi ama genel temayül Selçuk'un odun olduğu yönünde... Haksız da sayılmazlar hani.
Ah Serkan vah Serkan... Hızlı koşuyor diye kanat oyuncusu olunsa Süper ligde onlarca lisanslı futbolcu tavşan ve çita olurdu. Ama yok. Niye? Çünkü onlar da senin gibiler... Hele hakemin kıyağıyla yırttın kırmızıdan ya; diyecek şey yok. Ha, bu hatanın hırsıyla çekildin kenara; hiç de matah olmayan Mehmet sürüldü sahaya... Taktik bir değişiklik miydi bu? Hayır, sadece 'otorite'nin bir cezasıydı.
Bir kaç çift söz de Alex'e... Ağzı olan konuşuyor Alex hakkında ama kimse onun bir Hagi ya da basketbolda Naumoski gibi lider ve sorumluluk alan tarafı olup olmadığını sorgulamıyor. Ben neyleyeyim sorumluluktan kaçan yeteneği? Defansın önüne top almaya geliyor, sanıyorsunuz ki "bu selçuk tam bir odun; bari ben çıkarayım topu" diyor... Hayır kardeşlerim, hayır; adam tek pas Luciano'ya dönüyor tekrar... Yaa, işte büyük futbolcu... Aynı 'büyük' futbolcu "yer mi yer" diyerek penaltıya sahtekârca yatıp sarı kartı suratına yemiştir ayrıca bu maçta...
Tuncay'a keşke bir çift laf edebilsem... O adama alan bırakmazsan olay biter... İşte Tuncay sotumluluk alan hırslı bir adam ama adım atacak yeri yoktu, üstelik yeri de doğru değildi maç düzeninde...
Nobre deseniz çabaladı delicesine ama netice nafile...
Anelka ise yeteneğini belli ediyor. Ceza sahası içinde top ayağına gelse her şartta çakacağı kesin. Ama bugün fena blok yedi...
Dikkat ettiyseniz defansın kanatları atağa kalkınca bir ara şahlandı Fenerbahçe; Bir yandan Ümit, bir yandan Önder... Ama yemedi, hemen mantar tıkadı Zaragoza kanatlara...
Kim ne derse desin, odun da olsa Servet'in mücadeleci ruhuna şapka çıkarıyorum. Bir pozisyonu -baktı yardım eden yok- kendi ceza sahası önüne taşıdı ve bir şut çıkardı. Kaleyi de buldu hani. Zayıftı gerçi... Atakları kesti; hata yapmadı. Hele bir pozisyonda üç topu birden kendini yerlere yatarak kovalaması ve ardından haksız bir sarı kart görmesi vardı ki ben bile sinirlendim.
Luciano ise bence takımın en iyisiydi. Defanstan 'mecburen' uzun pas çıkaran ve bunu adam gibi ve isabetli yapan, gerektiğinde atağa başarıyla katılan, oyunun başında bir pozisyonda ısrarla kaleciyle hava topuna çıkarak kendini yırtan o değil miydi?
Zaragoza ise "aman gol yemeyelim, olursa atarız bir tane" taktiği güttü ve becerdi de...
Bu tip alan bırakmayan takımlara karşı maç kilitlenince ancak üç yolla gol olur: 1-Karambol 2-Bireysel yetenek 3-Duran top
Duran toptan gol oldu.
Bre ey gafiller; o adam cezasahasının hemen sağ içinde bomboş ne yapıyordu?
Zaragoza iyi pas yaptı, ayağa oynadı, oyunu riske etmedi, iyi kapandı... Daha ne yapsın?
Ama kapalı bir Zaragoza, açık bir Zaragoza'dan daha zor. Eğer biraz açılır ve boş alan bırakırsa Fenerbahçe onlara İspanya'da gol atar. Ama yer mi? Onu bilemem...
Herkese geçmiş olsun. Diyecek söz yok. Kına yakan Galatasaraylılar da umarım bir gün benim onların UEFA final maçında sevinçten ağladığım gibi Fenerbahçe de olsa bir Türk takımını Avrupa'da desteklemeyi öğrenebilirler.
Daha rövanş var. Hadi hayırlısı...
Şubat 17, 2005
Maç gazı
Şubat 16, 2005
Some kind of banner
Yüzde yüz BirabanoR malıdır; has be has mamülümdür...
Bize ait olamaz!
İşte bugün hurriyetim.com.tr'de çıkan bir haber:
------------------------------
İsveç’te, Türk ketçabından penis çıktı
Türk firması Affam Gıda’nın, İsveçli gıda kuruluşu Axfood için ürettiği Godegarden marka ketçabın içinden ‘penis’ çıktığı açıklandı. Üreticiler ketçap şişesinin içine yabancı cisim girmesinin mümkün olmadığını belirtiyor.
İsveç’in, Bollnas ve Soderhamn şehirleri arasındaki Rensjo kasabasında yaşayan Victoria Ed isimli bir kadın, bakkaldan satın aldığı ketçabın içinden insan penisi çıkınca polise başvurdu.
Ailesiyle birlikte ketçabı, yemeğe döküp bir miktar yedikten sonra olayın farkına vardıklarını belirten Victoria Ed, ‘Şişeyi açıp patates püresinin üzerine dökmeye başladık. Bir süre sonra şişenin ağzından önce deri parçası gözüktü arkasından penisin tamamı çıktı. Penisi görünce kustuk ve ben de hemen polise başvurdum’ dedi. Ailenin halen yaşadıkları olayın şokundan kurtulamadığı belirtilirken, penisin, ölen birinin vücudundan mı kesildiği ya da bir ameliyattan sonra mı alınıp şişeye konulduğu bilinmiyor.
Türkiye’de imal edilen ketçabı pazarlayan Axfood adlı firma yetkilileri olaydan büyük üzüntü duyduklarını, hemen Affam Gıda yeklileriyle irtibata geçerek açıklama isteneceğini söylediler. Firmanın ketçaplarının toplatıldığını belirten yetkililer, olayın Türk firması tarafından da araştırıldığını söylediler. Polis 5 cm uzunluğundaki penisin incelenmek üzere laboratuvara gönderildiğini bildirdi.
Ketçabı satın alan Victoria Ed’in 34 yaşındaki eşi Stefan Ed ve 12 yaşındaki kızı Madelene, bir daha ketçap yememe kararı aldıklarını söylediler.
Türkiye'nin önde gelen ketçap üreticileri, dolum esnasında ketçap şişesinin içine penis büyüklüğünde bir yabancı cismin girmesinin teknik açıdan mümkün olmadığını belirtiyorlar.
------------------------------
Durun daha bitmedi; işte kadayıfın kaymağı olacak okuyucu yorumu (noktasına dokunmadan):
kenan gorkem 15.02.2005 - 12:48
boyle sacmalik olmaz - neden isvec firmasi hemen ketcap'in turkiye'den geldigini acikliyor? onlar satiyorsa kalitesinden de kendileri sorumlu... ayrica turk erkeginin 5cm. lik penisi olmaz - hakaret icinde hakaret!
E ben ne diyeyim artık?
:)
------------------------------
update (17.02.05 / 21.04): Araştırmalar sonuçlanmış ve bu cismin penis değil, küf kütlesi olduğu anlaşılmış. Şişe ağzındaki alüminyum koruyucu yırtık kaldığı için oluşmuş. E bu durumda küfü sik sanan insanlara şunu diyesim geliyor: "Dervişin fikri neyse zikri odur."
Pancar motor...
Dün gece yataktan nazikçe kovuldum. Salonda da artık ses caddeyi geçerek karşı apartmandakileri rahatsız etmiş midir bilemem...
Discovery ya da NG'de görmüştüm; adamın biri asfalt delme makinesi gürültüsüne eşdeğer bir şiddette horluyordu. Uygulamadığı metot kalmamış adamın buna mani olmak için. En son bir alet takmışlardı buna; sese duyarlı bir alet... Adam horladıkça vücüda elektrik veriyordu çaktırmadan. Kesiliyordu sonra sesi...
İşkence gibi değil mi? Ama öteki türlüsü de yanımda uyuyan için işkence...
Durun bakalım; belki de daha insanî bir çözümü vardır bu işin...
Şubat 15, 2005
Paxton Winters
Böyle giderse diziyi Uğur Yücel de kurtaramaz... Yol yakınken değiştirmek lâzım...
Akılsız başın cezası
3 saat uykuyla ayakta durmaya çalıştığım için dün ayakta uyur vaziyetteydim. Sabahtan berbere gittim, adama döndüm. Saçımın önünde birkaç tel uzun kalmış. Hayvan herif. Öğlen gidip düzelttireyim diyorum.
Herneyse; dün gece Alacakaranlık biter bitmez yatağa attım kendimi. Yastığa 5 kala uyumuşum...
Ah bir de şu horlama derdim olmasa...
Bugün iyiyim ama. Ne de olsa 8 saat uyudum.
Şubat 14, 2005
Haftasonu sonu...
Hayat böyle mi geçecek?
Eğer öyleyse, bu dünya yerine ötekisi için çalışmayı yeğlerim.
Para kazanma mecburiyeti insanı ne hallere sokuyor... Hani insan der ya "ulan keşke babam zengin olsaydı" diye... Vallahi öyle demiyorum. Eğer öyle olsaydı, muhtemelen Ebru'yla birlikte olmayacaktım. Her zamanki gibi şükrediyorum...
(bkz. kelebek etkisi)
Filmler hakkındaki notların hakkında...
Kazara buraya uğrayıp "bu adam da filmler hakkında pek sığ şeyler yazıyor" diye düşüneceklere notumdur.
Goosfraba! *
Nicholson, Sandler bir de güzel bayan Marisa Tomei...
İyi bir Pazar günü filmiydi. En eğlenceli kısımlarından birisi de 'Andrew'un çükü sorunsalı'... Filmdeki karakterin deyimiyle "nükleer santrale yakın bir yerde büyümüş olmalı"
Sahi; efektif kullanamayacaksam neyleyeyim 300 milimetreyi?
*Eskimoların çocuklarını sakinleştirmek için kullandıkları bir kelimeymiş. Filmdeki psikiyatr karakteri de sıkça kullanıyor terapilerinde...
Asılmayın, bilinçaltına gider!
Şubat 13, 2005
Kader...
Bu filmin hatırlattığı: Kader...
Dini inancı güçlü bireylerin bile sorgulamaktan çekindiği hadise.
Temel sorunsal: Eğer herşey biliniyorsa tüm bunların ne manası var?
Herşeyini, tüm karakter algoritmasını sizin yazdığınız bir yapay zekâ düşünün. Ve bu yapay zekâyı bir sanal platformun içine saldığınızı... İnternete mesela...
Bu yapay zekâyı her şeyiyle siz 'yarattığınız' için, içine girdiği o sanal platformda karşılaşacağı her etkiye vereceği tepkiyi bilmez misiniz? Onu en iyi siz tanımaz mısınız?
Arayıp da bulduğum 'her şeyin bilinmesi sorunsalının' çözümü bu...
Müteakip sorunsal: Madem sizi tanıyor ve ne halt edeceğinizi biliyor, o halde bu dünyevi sınav niye?
Çünkü sınav sonucunun muhatabı sizsiniz. O neticeyi bilse de, siz bilmiyorsunuz. Yoksa O'nu 'önyargı'yla ya da yargısız infazla suçlamaz mıydınız?
Müteakip sorunsal: Neticede her ne olursa olsun gelinecek nokta sabitse; benim o'nun tarafından bilinen etki-tepki biçimlerim, benim yaradılışımdan kaynaklanıyor olmaz mı? Bu durumda benim ne kabahatim var?
Not solved yet.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Filme gelince...
'Keşke'lerimiz vardır ya hayata dair; işte onları geçmişe dönerek özgürce değiştirebilsek ne olurdu acaba? Daha mı iyi olurdu?
Filmi seyredin. Bence hiç de fena değildi...
Bu arada 'deli' nedir bir daha düşünün!
Ateş duvarı yeniden ör(dür)üldü
Daha mı iyi oldu?
Psikolojik olarak evet...
Elektrik kesintisi...
Aslında 15 dk. kesintiye yol açan arızayı -teknik olarak- gerçekten çok merak ediyorum. Acaba ne oluyor da kesiliyor ve hangi yetkili nasıl bir müdahalede bulunuyor da tekrar geri geliyor?
Oralarda TEDAŞ çalışanı varsa beni aydınlatsın :)
Şubat 12, 2005
Exhausted!
Bir yandan da biraz oyun oynayıp kafamı dağıtasım var. Bu da blogumu -bir cuma gecesi için- biraz erken terk etmemi gerektiriyor.
Yarın daha dinç olacağım :)
Şiirli kaçamak
Buraya da aynen koymak farz oldu:
İstanbul Işık Işık
İstanbul rüzgâr rüzgâr sevdiğim
kâh bir lodos, denizlerden esen
ılık mı ılık
kâh ustura gibi deli bir poyraz
bırak saçlarını rüzgârlarına İstanbul'un
bu şehirde aşksız ve rüzgârsız yaşanmaz
İstanbul bulut bulut sevdiğim
kimi beyaz mı beyaz
ince, tül gibi
kimi katran misali kara
bulutları da insanlarına benzer İstanbul'un
inanma sevdiğim, inanma bulutlara
İstanbul yağmur yağmur sevdiğim
kâh ince ince
kâh bardaktan boşanırcasına
hele bir yağmur yağmaya görsün
ölürcesine yaşanır bu şehirde sevdiğim
ve yaşanırcasına ölünür
İstanbul deniz deniz sevdiğim
bir çakır mavi
bir camgöbeği tuzlu su
üstünde irili ufaklı tekneler
kayıklar, yelkenliler, mavnalar
kalleştir denizleri İstanbul'un sevdiğim
İstanbul kadar
İstanbul kadeh kadeh sevdiğim
içtikçe içesi gelir insanın
sarhoşluğu tutuşup yanmaya benzer
ve bir gölgedir yalnızlık meyhanelerinde
seninle dolaşır, seninle gezer
Ümit Yaşar Oğuzcan
İstanbul'un 'yanar döner' havası...
Gelin görün ki üç gün sonra için azami sıcaklık 15 derece olarak tahmin edilmiş. Weather.com'da da buna yakın bir değer var!
Yahu bu ne? Bardak gibi ortamızdan ikiye çatlayacağız anlaşılan. İyice boku çıktı bu iklimin.
Önümüzdeki yaz aylarından ciddi ciddi çekinmeye başladım şimdi iyice... 43 dereceyi görürsek şaşırmayacağım.
Hazla karışık tereddüt çorbası
İşin heyecanı, umumi bir sahada keyfimce ve özgürce at koşturmaya benziyor. Lakin bu 'umumi saha' insanın özgürlüğünü de kısıtlıyor. Yoksa kısıtlamamalı mı? İşte ben de bunu soruyorum kendime...
Burada çatır çatır ve açık seçik her düşündüğümü yazıp çizersem ne olur? Burası herkesçe erişilebilir bir yer olduğu için acaba sakat mıdır? Yok patrondur, yok arkadaştır...
E peki nerede kaldı özgürlük?
Can sıkıcı bir ikilem...
Uykusuzluk: Overdose!
Bugün bedenim ayaktaydı ama ruhum bedenimle aynı mekân/zamanda değildi kesinlikle... Hâlâ da değil gibi; sanki uykusuzluk değil de uyurgezerlik hali var... Yine de her cuma gecesi olduğum yerdeyim.
Ebru, Dr. Stres seyrediyor. tv8'de başladı. İlk bölümüymüş bugün.
Bugün sokaklar buz pisti gibiydi... Hâlâ kırık kemiğimiz yok. Mevcut tamam.
Şubat 11, 2005
Yatma vakti geldi de geçti!
Aslında bugün erken yatmalıydım ki yarın gece -cuma- ayakta kalabileyim. Ama ne yapayım ben de; annesi çağırsa da sokakta oyundan eve dönemeyen velet gibiyim. Kaptırdım mı gidiyor...
Şimdi yatıyorum. Kesin...
İyi geceler...
Günümden pasta!
Yeter artık güncelleme!
Bugün akşama doğru deli gibi kar yağdı yine. Bugün de düşmedik. Kemikler hâlâ sağlam.
Yarın en güzel gün: Cuma
Cuma gecesi yine bilgisayar başında tepineceğim. Klasik hareket.
19.00 paydos olduğuna göre şafak 17 saat. Hatta 5 saat de uyusam eder 12 :)
Yarın görüşürüz ey benim buraları okuduğunu sanıp da kendimi kandırdığım aziz kitle!
Lüzumsuz güncelleme - III
edit (11.02.05 / 17.35)
Hakikaten lüzumsuz buldum; bir de "mailto" tipi formlar artık iyice demode ve kullanışsız... Bu yüzden kaldırdım formu. Daha iyisini yaparsam tekrar koyarım belki...
BirabanoR®
Şubat 10, 2005
Lüzumsuz güncelleme - II
Hayırlı olsun...
İsyan-ı vücud
Yemekten sonra koltukta uyuyakaldım galiba...
Yatağa ne zaman geldim, nasıl uyudum, hiç hatırlamıyorum. Kör kütük sarhoştum da kendimi kaybettim sanki...
Uyandığımda saat sabaha karşı 4.30 idi... Kahvemi koydum, geldim, bilgisayar başına oturdum. Hâlâ da sersem gibiyim...
Allah sonumu hayır etsin...
Şubat 09, 2005
Ben de TDK'ye şapka çıkarıyorum!
Şu şapka hadisesi yüzünden dansöz olduk kardeşlerim!
Bir ara hiç piyasada yoktu şapkalar... Bizim tevellüt yeterli gelmedi herhalde; daha önceleri de birkaç kez çıkarılmış ve tekrar takılmış bu şapkalar...
İnce okunagelen her sesli harfin şapkalı yazılacağı kararı verdiler önce TDK efendileri... Plân, reklâm, ilân gibi... Hatta öyle ki, 2000 versiyonlu İmlâ (a'ya dikkat) Kılavuzu'nda laboratuvar kelimesinin ilk hecesindeki a'da bile şapka vardı...
Aha buradan buyurun, online olarak da hizmete sunulan yepyeni İmla (a'ya dikkat) Kılavuzumuzda işte bütün bu şapkalar yeniden uçmuş!
TDK bize şapka çıkarıyor; bana da aynı şekilde davranarak onların bu istikrarlı tutumları karşısında şapkamı çıkarmak düşüyor...
Hay allah; şapka yukarıdaki başımdaydı değil mi?
Unutuvermişim de bir an...
Lüzumsuz güncelleme
Bir günlük gayriihtiyari fasıla
Bu kadar kuvvetli bir mesuliyet hissini başka kimsede görmedim ben...
Evde olmamıza rağmen ölü toprağı serpiliydi üzerime pazartesi günü... Bilgisayarı açıp da buralara her zaman olduğu gibi güne dair birşeyler yazamadım. "Aman bari saat 12'yi geçmeden tarih atlamadan bir şeyler yazayım bari" diye aklımdan geçmedi değil; ama yetişemedim görüldüğü üzere... Hoş, burada giriş tarihimi değiştirip kendime yalan söyleyebilirim ama ne gerek var?
Di mi Cevat aabi?
Evet Evet!
Hububat fiyatlarııı, hububat fiyatlarıııı!!!!*
*Bkz. Gökhan Dabak
Şubat 07, 2005
Sibirya'ya hoşgeldik!
Böyle sürerse bu şartlar altında sabah kimsenin işine gidebileceğini sanmıyorum. Umarım biz de karga bokunu yemeden sokağa çıkmaya yeltenmeyiz.
Tek enayi biz miyiz?
Dışarıdan bakınca da çok güzelmiş şu kar yahu...
Şubat 06, 2005
Cumartesiyi pazara bağlamak...
Bugün pek bir şey yapmadım buralarda aslında... FIFA 05'te kurduğum zorlu ligde birinci oldum, bir kaç blog girdim, İsmail efendiyle konuştum...
Şimdi mi?
Canım o sıcak yatağa girmeyi çok istiyor aslında... Dur bakalım...
Çekinik bezelye
Aynısı...
Memleketin ölü ya da diri yüzlerce üstadı varken şiir yazmaya cesaret edilir mi hiç?
Gönlü kayıyor insanın bazen; şiir denmese de, 'şiirsi'ler yazası geliyor...
Şiirsi?
Hadi ordan!
29
ve bunlardan yüz binlerce kelime
ve bunlardan milyarlarca cümle
...ama söyleyecek sözüm yok
Şubat 05, 2005
Uğursuz tepeler
*ikindirik günlükleri
Cuma cumartesiye bağlandı...
Sie!
İyi gecelerrrr!!!
Hava raporu
Sıcaklık: Buz gibi
Rüzgâr: Adam uçurur
Yağış: Kişiliksiz karla karışık sululuk
Tahmin: Kar mar tutmaz
4 film birden
Sinema dünyası benim ağzımdan dökülecek kelimeleri merak ve heyecanla bekleyedursun, ben de bir sigara yakıp biramı yudumlayayım :)
Hava nasıl oralarda? Üşüyor musun? *
Günlerdir bizi "ha yağdı, ha yağacak" diye maymun eden kar efendi indi gökten sonunda... Bittikten sonra ardında bırakacağı kalıp kalıp buz zeminler olmasa hiç de sevilmeyecek bir şey değil bu kar aslında! Beyaz, güzel...
Allah evi, barkı, sobası, yakıtı, olmayanları korusun!
Düşmeden geçireceğimiz bir kış diliyorum. Zira ben düşersem çok fena olur. Bir metre seksen küsür santim yüksekten yüz on kiloya yakın ağırlığa sahip bir kütle düşerse hakikaten hiç de iyi olmaz!
Ne yer, ne de benim için!
* Edip Akbayram desem hatırlarsınız herhalde...
FIFA 2005 üstadıyım. Budur.
Cumayı cumartesiye bağlamak...
Sanırım işte en sevdiğim hareket bu: Cumayı cumartesiye bağlamak... Tatilin zevkli, güzide gecesi...
Cumartesiyi pazara bağlamak aynı zevki vermiyor; çünkü pazar günü pazartesiye az kaldığını hatırlatıyor insana...
Bir cumayı daha cumartesi sabahına bağlayacağım bu güzel geceyi idrak ediyor olmaktan duyduğum bahtiyarlığı herkesle paylaşmak isterim efendim.
Sağlıcakla kalın; salıncakta da sallanın isterseniz...
Şubat 04, 2005
Troleybüs ve Kara Şimşek
70’ler, 80’ler... İşte 30’lu yaşlardaki İstanbulluların da benimle birlikte hatırlayacağı hoş İstanbul sedalarından bir toplama sizlere...
Hmm... Evet, hatırlıyorum...
- ‘Eski’ 25 ve 50 kuruşları; onlarla bakkaldan abur cubur aldığımı
Günümüzde ‘klasik’ sıfatıyla müzelerde sergilenen, yandan vitesli, geniş ve ağırbaşlı otomobillerin sekiz kişilik dolmuşlar olarak kullanıldığını; o çocuk yaşımda bu otomobillerin direksiyonlarına takıntılı derece aşık olduğumu
Bakkaların ‘marketlere dönüşmemiş’ o küçük ve samimi hallerini - Tüm esnafa veresiye yazdırdığımı
- Boynuzlu, elektrikli; soğuk, sert ve kaygan koltuklu troleybüsleri
- Yarı otomatik vitesli Leyland İETT otobüslerini
- O zamanlar çok ‘lüks’ bulduğum Mercedes 302 halk otobüslerini
- Halk otobüslerinde yolcular arasında gezip tahsilat yapan muavinleri
- Beşiktaş Mıstık ve Yumurcak, Harbiye İnci sinemalarını
- Elvan gazozlarını
- Dedemin “bunlar yasak; aman ha sakın kimseye gösterme” diyerek hatıra olarak verdiği 1 ve 5 dolarlık banknotları
- Sokağımızdan haftanın belirli günleri geçen yoğurtçuyu, kalaycıyı, hallacı, bacacıyı...
- Okulun önündeki macuncuyu
- Şimdi otopark olan; gül ve hurma ağaçlı ve 2 de kaplumbağanın yaşadığı küçük bahçemizi
- Bizim sokakta yaşayan Özdemir Asaf’ı
- Bebek Belediye ve Aşiyan gazinolarını
- Şadırvan çay bahçesini
- Boğaz’da balık tutarken istavrit ve izmaritin balıktan sayılmadığını
- Uzay 1999’u, Maya’yı, Dallas’ı, Bonanza’yı, Hanedan’ı, Beyaz Gölge’yi, Çekirge’yi, Candy’yi, Kara Şimşek’i, Uykudan Önce’yi (umarım orada iyisindir Adile Teyze!)
- Çatışmaları, sağımızda solumuzda patlayan bombaları, patlayan camlarımızı
- Sokağa çıkma yasaklarını
- Bitmez tükenmez Demirel – Ecevit kavgalarını ve (neticesinde gelen) omzu kalabalık idarecileri
- Independenta adlı tankerin yaptığı kazayı, yanışını ve senelerce Haydarpaşa’da kayalara oturmuş hayalet bir gemi olarak jilet yapılmayı beklediğini
- Doğru Ahmet’i, Doğru Mehmet’i...
- Yılbaşlarında “acaba bu yıl televizyonda hangi dansöz çıkacak?” merakını
- TV yayını bittiğinde ekranda “lütfen televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız” uyarısını
- Pet şişesiz dünyayı ve litrelik depozitolu cam kola şişelerini
- Yerli Malı Haftası’nda okula fındıkla fıstıkla gitmeyi
- 4. Levent ve ötesinin bana İstanbul dışı gibi gelmesini
- Güzelim Köprüaltı’nı (Eskisi; yani dördüncüsü... Ayrıntılı bilgi için bu yazıyı da okuyun)
Tarabya Plajı’nı - Arabadan geçilmeyen İstiklâl Caddesi’ni
- National marka siyah beyaz televizyonumuzu
- “Biz renkli televizyon aldık” diyenlere “ne renk?” diye espri yaptığımı
- Video kulüp furyasını
- Commodore 64’ü
- 100 MB harddiskli, 286 serisi işlemcili, beş çeyrek disketli, monokrom ekranlı, DOS tabanlı muhteşem(!) bilgisayarları
- İş Bankası’nın Bebek şubesinde senelerdir kullanılmadığı halde duvarında duran atıl mekanik ATM cihazını
- Yapı Kredi’nin ilk modern ATM cihazlarını
- Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün inşasını her gün hayranlıkla seyrettiğimi
- Nefis(!) Haliç kokusunu
- Zincirlikuyu tarafında, şimdiki Tatlı Towers’ın karşı sağ çaprazında kalan o zamanın Dışbank binasının Türk filmlerinde bile kullanılan ‘İstanbul’un en modern ve yüksek’ binalarından biri olduğunu
- Caddelerdeki ‘üst geçit’ furyasını (ve çirkinliğini)
- Deli gibi leblebi tozu yediğimi
- Mabel çikolataları
- İnce uzun bacalı, kömürlü şehir hatları vapurlarını
- Çayırından çimeninden yuvarlanarak eğlendiğim, o zamanlar bana her köşesiyle keşfedilemeyecek kadar büyük gelen şimdiki adıyla Maçka Demokrasi Parkı’nı
istanbul.com'da yayınlanan orijinali için buraya tıklanır...
Şubat 03, 2005
Asabiye koğuşu
Merak uyandırmadan önce şunu söyleyeyim; konunun evle, evlilikle, Ebru'yla falan ilgisi yok. Asabiyetimin kaynağını anlatasım yok aslında... Ama neticesine değineyim biraz...
Bir defa şu yıpranan sinirler bende deli gibi uyuma, daha doğrusu sabahları uyanmama isteği yaratıyor. Dün gece 12 olmadan yatmama ve bu sabah sekizi çeyrek geçe kalkmama rağmen karşı konulmaz bir uyku hali içindeydim.
İşe giderken başladım tabir-i caiz ise 'dellenmeye'... Kendi kendime ama... Kura kura şişmişim anlayacağınız.
Sonra işyerinin kapısından giremedim; kendimi iyi hissetmedim... Biraz yürümeye karar verdim önce... Ama bak sen şu işe ki kendimi yolda sağı solu tekmelerken buldum! Ben, o sakin adam bir canavara dönüşmüştü...
Gün içinde yok iş, yok toplantı derken sinirlenmeye bile halim kalmadı. Hatta daha fazla yazmaya da...
Ama bu gün kayıtlara geçmeliydi. Sıktım dişimi, geldim, oturdum, yazdım işte az da olsa...
Allah herkesi benim asabi halimden korusun!
Şubat 02, 2005
Se-yir-me!
Ben de "yeter artık seyirme" diyorum parmağa ama nafile... Hâlâ oynuyor deyyus!
Bak yine kıpraştı...
FF-CP11 NC
Lensi eşek kadar afedersiniz; bu da aslında büyük sorun. Çizilmemesi, tozlanmaması, kirlenmemesi için makineyi kullanırken paranoyakça davranışlarda bulunmanız gerekiyor. Sorunun çözümü ise basit: Lensin önüne, fotoğraf üzerindeki efekt etkisi neredeyse sıfır olan bir filtre takmak. Bu filtreler, lensin zarar görmesiyle başınıza açılacak maddi yükün neredeyse yüzde 2'si 3'ü değerinde oldukları için yaygın olarak lens koruma amaçlı kullanılıyorlar zaten.
İyi ama peki benim alet için uyumlu filtre nedir? Adı nedir? Modeli nedir?
Bu sorulara yanıt bulmak için hayvanlar gibi araştırma yaptım. Olmadı, Nikon merkeze mail attım. Cevap geldi: Aradığım şey FF-CP10 NC filtreymiş...
Sonra Türkiye'de bu filtreyi aradım. Merkez dağıtıcıda, en büyük bayilerde...
Yok...
Yurtdışında araştırdım ve buldum ama filtre fiyatının 2 katı kadar 'shipping' ekledikleri için oradan satın almak son derece mantıksız...
Ben de fotoğraf makinesini aldığım büyük ve güzide mağaza (kinaye değil, hakikaten öyle) Aydınlar'a işi havale ettim. Gelince bana haber vereceklerdi.
Bu bekleyiş esnasında bir araştırma daha yaptım ve ilginç bir bilgiye ulaştım tesadüfen... Meğer Nikon merkezin "aha istediğiniz ürün işte budur" dediği FF-CP10 NC aslında 8800'e değil, bir önceki seriye uyumluymuş. Benimkine uyan filtrenin modeli FF-CP11 NC imiş... Bak sen...
Tekrar Aydınlar'a haber çaktım; oradaki çalışanla ahbab olduk, aynı formatta bekleyişteyim yine...
Netice mi? Güzelim makine sırf ben "aman bir şey olmasın" diye tırstığım için karpuz gibi yatıyor evde... Ne oldu? Hesapta Fikret fotoğraf çekecekti...
Hayatımız hep birşeyleri beklemekle geçmiyor mu zaten?