Mayıs 24, 2005

Ben ‘taraftar’ değilim!

Şampiyonlar Ligi finaline ev sahipliği yapacak olmamızın getirdiği gergin telaş ve heyecan, üstüne üstlük Türkiye Süper Ligi şampiyonunun da henüz lig sona ermeden belli olması, gündemi ister istemez futbola kilitliyor; kımıldayamıyorsunuz… Ah, keşke ben de daha iç açıcı şeylere kilitlenebilseydim…

Âdemoğlu yerinde rahat duramıyor! Şu fani dünyadaki tek arzumuz bir dirhem huzurdur desek de, şöyle bir rahat etmeyi ister gibi görünsek de, belli ki hiç birini istemiyoruz aslında. Varsa yoksa kutuplar yaratalım, itişelim, kakışalım… Sonra da buna şöyle bir isim takalım:

“Taraftarlık”

“Hoppala” demeyin; sabredin, kulak verin…

Maviler ve Yeşiller
Üzerinde yaşadığımız kent daha çok, ama çok gençken, bugünün İstanbul’una henüz ‘Doğu Roma’ denildiği yıllarda görüyoruz bu ‘ateşli’ taraftarlık örneklerini: ‘Maviler’ ve halkın takımı ‘Yeşiller’

Günümüzde, hafta sonları gidip de fotoğraf çektiğimiz Sultanahmet Meydanı’nın tam ortasında, 532 yılında, üç anıt sütunu çevreleyen Hipodrom’da 30 bin Bizanslının ölmüş olması sizin için bir şey ifade ediyor mu?

Peki ya tarihe Nika Ayaklanması olarak geçen bu hadiseyi Yeşiller ve taraftarlarının başlattığını söylesem?

Tarihin ‘kırmızı’ sayfaları karşıma çıktıkça, ‘tarih tekerrürden ibarettir’ sözü daha da ürpertici hale gelir gözümde. Tıpkı şu an olduğu gibi...

“Hangi takımı tutuyorsun?”
Daha bacak kadar çocukken, kuşaklardır İstanbullu olan annemin dedesini tanıma şansım olmuştu. O sıralar 5 – 6 yaşlarındaydım. Osmanlı Bankası emeklisi olan büyük dedemi Pazar günleri Moda’daki evlerine ziyarete gittiğimizde beni dizlerinin üzerine alır ve şimdi annemlerde duran o eski lambalı radyosundan dinlediği Fenerbahçe maçlarını bana da dinletirdi. İşte o günlerde, “Hangi takımı tutuyorsun?” sorusuna verilecek cevap da bana öğretilmişti: “Fenerbahçe”

Yine o yıllarda, 90’ı aşmış olan büyük dedem ve sevgili pamuk karısı, evlerinin boş odasına kendilerine göre çok genç, ama 60’a merdiven dayamış olması nedeniyle aslında kendileri gibi yaşlı olan bir kiracı almışlardı. Böylece hem ani bir rahatsızlık durumunda kendilerini daha güvende hissedecekler, hem de yalnızlıklarını bir nebze de olsa gidereceklerdi. 4 ya da 5 sene evvel kaybettiğimiz o kiracının Lefter’den önceki kuşağın temsilcisi olarak Fenerbahçe’de top koşturduğunu ise çok çok sonraları öğrenecektim.

Ben taraftar değilim!
Açık konuşmak gerekirse, işte bu iki göçüp gitmiş eski topraktan öğrendiğim taraftarlık kavramını günümüze taşıyamıyorum, taşıyamadım da… Belki de bu yüzden statları, maç çıkışlarındaki kalabalığı, kopartılan o belden aşağı yaygarayı, satırları, döner bıçaklarını, taşlı sopalı kavgaları anlamlandıramıyorum; kafamda her hangi bir yere oturtamıyorum.
Netice nedir biliyor musunuz? Şimdi bana “hangi takımı tutuyorsun?” diye sorduklarında, bundan neredeyse otuz sene önce öğrendiğim cevabı artık veremiyorum; beni de –onlar gibi- ‘taraftar’ sanacaklar diye…

Eğer taraftarlık dediğimiz melanet rakip taraftarı dövmekse, sporcunun yedi ceddini küfürle giydirmekse, her maç günü en az birkaç belediye otobüsünün camını çerçevesini indirmekse, ben taraftar değilim.

Olmak da istemem, istesem de olamam…

Daha dün konuştuk; Kadıköy’e ellerinde biletleriyle giden Galatasaraylıları almamışlar, ‘güvenliğinizi sağlayamayız’ diye…

Güvenlik mi?

Orada kolluk kuvvetleri olmasa, en az Fenerbahçe taraftarı kadar Galatasaray taraftarı da stada gitse ve bu binlerce insan öylece kendi hallerine bırakılsa ne olur hayal edebiliyor musunuz?
Hayal etmeyin, cevabı geçmişte arayın. Ne anlatmıştım az önce? Maviler, Yeşiller ve 30 bin ölü…

Maç mı, savaş mı?
İstanbul Emniyeti alarmda… Avrupa’nın en büyük kupası, İstanbul’da oynanacak karşılaşma sonrası sahibini buluyor. Bazılarınız, bu maçın sonucu belli olduktan sonra da bu satırları okuyor olabilirsiniz. Mühim değil… Mühim olan, hissettiğimiz tedirginlik.

Ya olaylar çıkarsa? Ya arbedede birileri yaralanır, maazallah ölürse? Ya İstanbul’da yabancı taraftarlara kafa tutulur, kavga gürültü çıkarılırsa?

Bilgi çağı, insanlığın geldiği en ileri nokta, medeniyetin doruk noktası…

Şimdi mi? Dalga geçmeyin!

Neredeyse 1500 sene önceki halimizden farkımız yok ey Âdemoğlu! Varsa yoksa birbirimizi kıralım, dökelim…

Hep birlikte, el ele…
Türk milleti olarak bizi birbirimize bağlayan en önemli tutkal, milli duygularımız. Ama nedense bu milli duygularımız hep zor anlarımızda ortaya çıkar: Büyük acılar, milli meseleler…

Tek arzum, sahip olmamız gereken ve bir insana yakışan olgunluk ve bilince, bir acı tecrübe vesile olmaksızın erişebilmemiz…

İzin verin, biraz önce özlemle andığım Fenerbahçeli futbolcu, aile dostumuz Kosta amca bitirsin bu haftaki yazıyı:

“Bizim zamanımızda öyle ayrı tribünler falan yoktu… O zaman da en büyük maç Galatasaray maçlarıydı ama stada hep birlikte el ele gider, yan yana maç seyrederdik. İnce ince birbirimize takılır kızdırırdık.”

Özlememek mümkün mü?

(istanbul.com için gece gece yazdığım yazı... Oradan önce burada! E, kendimizi de kıyağımız olsun o kadarcık değil mi ama?)

Hiç yorum yok: