Enflasyon düşmüş, siyasî istikrar söz konusu, memlekette F1 ve Universiade gibi dev organizasyonlar yapılıyor, ekonomik kriz mriz yok... Lâkin davulun sesi uzaktan hoş geliyor! Çıldırmaya az kaldı, doktor nerede?
Deşarj olabilmek için bahane arıyoruz!
Maç mı var? Stadyumlara doluş, bağır, çağır, rakip taraftarla kafa kol kavga et, deşarj ol!
Uğurlanacak asker mi var? Gecenin bir yarısında, hastası, yaşlısı, bebesi rahatsız olur diye düşünmeden yüklen kornalara, caddelerde terör estir, deşarj ol!
Düğün mü var? Sarıl silahlara, boşalt şarjörü havaya, kazayla biri vurulur mu diye dert etme; deşarj ol!
Biri hakkında şikayet mi var? Suçun sabit olup olmadığını umursama, kolluk kuvvetlerine de işi bırakma; taşla, sopayla, bıçakla saldır; linç et, deşarj ol!
Nümayiş mi var? Efendi gibi, demokrasinin getirdiği hak ve özgürlüklerin sınırı kimin umurunda? Yak, yık ortalığı; dükkânların camlarını indir aşağı, arabaları ters çevir, polisle çatış, deşarj ol!
Hayırdır?
Bu kadar mı doluyuz?
Bu kadar mı boşalmaya ihtiyacımız var?
Nedir bizi böylesine patlayasıya şişiren gaz?
Korkuyorum bayanlar baylar, korkuyorum...
80'ler ve müteakip yıllarda hep bir övünç kaynağı ve Avrupa karşısında büyük bir avantaj olarak sunulan 'nüfusumuzun çoğunluğunun genç olması' silahı, kitlesel cehalet yüzünden kendi suratımıza çevrilmiş durumda... Tetiğe kazayla basıldı basılacak!
Sen koskoca bir nesli, temel yaşam kavgası 'köşeyi nasıl dönerim?' olacak şekilde yetiştir; zararsız magazin balonları gibi görünen onlarca TV programıyla insanları sanal, mutlu ve zengin yaşamlara özendir; 'BBG', 'size öyle böyle diyebilir miyim?', 'ostar', 'bustar' gibi organizasyonlar ve her daim gözümüze sokulan 'kenar mahalleden krallığa' hikâyeleriyle millete 'sen de onlar gibi olabilirsin' diyerek tipik sistem tuzağını kur, tabana yapay bir umut aşıla; fakirlikten mutluluğa ve zenginliğe giden yolu, masalsı dizilerle anlat...
"Kimbilir, belki bir gün ben de köşeyi dönerim" umuduyla yaşayan; hayatın gerçeklerinden uzak; işine ve mesleğine sarılmayan, saygı göstermeyen ve bir Jeep'i olmadığı müddetçe gerçek anlamda mutlu olmayacak bir nesilden söz ediyorum.
O nesil ki, 80 senelik onurlu ve mutlu bir hayat süren memur dedesine değil, Reina'da manken avlayan kara para prenslerine özenir.
O nesil ki, namusu ve dürüstlüğüyle yaşayan ayakkabıcı, terzi, marangoz, berber, saatçi, bakkal atasına değil, iki türkü çığırarak 'sanatçı' diye anılmayı başaranlardan feyz alır.
Ve işte o nesil ki, 'köşeyi dönme' umudu kırıldıkça çıldırır, cinnetin eşiğine gelir!
Çok büyük ve geri dönülmesi zor bir yanlışın tam ortasındayız.
Korkuyorum...
Ağustos 31, 2005
Ağustos 30, 2005
30 Ağustos kutlu olsun!
Google Earth ile dünyaya bakıp da üstteki manzaraya 'işte benim memleketim' dememizi sağlayanlara bir kez daha şükranlarımızı sunuyoruz...
Gençliğe Hitabe'yi bir kez daha anlayarak, idrak ederek, anlamlandırarak, günümüzü şartları içinde tekrar yorumlayarak okuma zamanıdır.
"Memleketin her köşesini bilfiil işgal etmek" için askerî güç harici yöntemler de olduğunu belki anlarız, kim bilir?
Dilini katletme!
Dayanamadım ve hatta mecburi istirahatten faydalanarak (bkz. bir alttaki mesaj) bir banner ve HTML sayfacığı (!) bile yaptım.
Evet, çünkü öyle güzel Türkçe kullanıyoruz ki, herkesi tebrik edeyim istedim!
Dilimizi düzgün kullanma konusunda benim gibi başka rahatsız bünyeler varsa Türk blog camiasında, onları da blogumun sağ alt köşesinde bulunan 'banner'ı -eğer arzu ederlerse- bağlantılı sayfasıyla birlikte kullanmaya davet ediyorum.
Bir kişi bile ilgilense bana yeter...
Teşekkürler...
Not: Kendi şüpheciliğimi zorlayarak getirdiğim bir açıklama: Söz konusu banner ya da bağlantılı sayfayla ilgili hiç bir tuzak ya da 'hit kaygısı' yoktur. Banner da, görsel de, sayfa kodu da ortada; istenilen yerde barındırılabilir.
Evet, çünkü öyle güzel Türkçe kullanıyoruz ki, herkesi tebrik edeyim istedim!
Dilimizi düzgün kullanma konusunda benim gibi başka rahatsız bünyeler varsa Türk blog camiasında, onları da blogumun sağ alt köşesinde bulunan 'banner'ı -eğer arzu ederlerse- bağlantılı sayfasıyla birlikte kullanmaya davet ediyorum.
Bir kişi bile ilgilense bana yeter...
Teşekkürler...
Not: Kendi şüpheciliğimi zorlayarak getirdiğim bir açıklama: Söz konusu banner ya da bağlantılı sayfayla ilgili hiç bir tuzak ya da 'hit kaygısı' yoktur. Banner da, görsel de, sayfa kodu da ortada; istenilen yerde barındırılabilir.
Ağustos 29, 2005
Gözüm de döndü, dizim de...
Göz dönmesi hadisesini pas geçiyorum lâkin diz dönmesi kısmı hiç de pas geçilecek gibi değil. Yan bağlar yırtılmasa da oldukça zedelenmiş. Elastik bandajla zar zor hareket ediyorum. Salondan tuvalete gitmem neredeyse beş dakika sürüyor.
En az iki gün benden hayır gelmez...
En az iki gün benden hayır gelmez...
Ağustos 27, 2005
Blog dejenerasyonu
Önce ticari markalar sulanmaya başladı bloglara... Bize de geliyor talepler; "blog sitesi istiyoruz" diye...
Şimdilerde de ucuz yöntemlerle para kaldırmaya çalışanları görüyorum bloglar vasıtasıyla... Sözde bir ihtiyacına kaynak arıyor, sponsor bekliyor!
Clark Kent duyurusu ile aklımda kötü ihtimaller canlandı maalesef: Kötü niyetli biri, Türk blog camiasının naifliğinden faydalanıp "aman kardeşim kanser tedavisi görüyor onu kurtarmak için hedebank hesabına yardımlarınızı bekliyoruz" dese, parayı kaldırır gider gibi geliyor.
Bu satırları bir şekilde okuyan arkadaşlar; şu anda böyle bir vaka yok ama lütfen yine de dikkatli olalım!
Şimdilerde de ucuz yöntemlerle para kaldırmaya çalışanları görüyorum bloglar vasıtasıyla... Sözde bir ihtiyacına kaynak arıyor, sponsor bekliyor!
Clark Kent duyurusu ile aklımda kötü ihtimaller canlandı maalesef: Kötü niyetli biri, Türk blog camiasının naifliğinden faydalanıp "aman kardeşim kanser tedavisi görüyor onu kurtarmak için hedebank hesabına yardımlarınızı bekliyoruz" dese, parayı kaldırır gider gibi geliyor.
Bu satırları bir şekilde okuyan arkadaşlar; şu anda böyle bir vaka yok ama lütfen yine de dikkatli olalım!
Ağustos 23, 2005
Salona terfi eden DVD keyfi
Çalış, didin, nereye kadar? Şu kanımızı kemiren kapitalist düzenin bizim haneye hiç mi faydası dokunmayacak?
Küçük bir hovardalıkla, ve ve ve peşin fiyatına tamm 10 taksitle, salona ev sineması sistemi kurduk!
Meraklıları için söyleyeyim: SC-HT870
Henüz tam performansla test edemedim; zaten son 2 saattir kurulumla uğraşıyordum, ancak bitti. İzlenimlerimi daha sonra paylaşırım.
FZG, ADG, komtan! Küçük odaya tıkışmadan salona yayıla yayıla DVD keyfine buyurun efendim!
İkişer bira benden!
:)
Küçük bir hovardalıkla, ve ve ve peşin fiyatına tamm 10 taksitle, salona ev sineması sistemi kurduk!
Meraklıları için söyleyeyim: SC-HT870
Henüz tam performansla test edemedim; zaten son 2 saattir kurulumla uğraşıyordum, ancak bitti. İzlenimlerimi daha sonra paylaşırım.
FZG, ADG, komtan! Küçük odaya tıkışmadan salona yayıla yayıla DVD keyfine buyurun efendim!
İkişer bira benden!
:)
Ağustos 22, 2005
Pazartesileri kim sever?
Evet, pazartesi günlerini sevmiyorum; eğer sevenler varsa, onları da peşinen sevmiyorum!
Sırf yatıp uyuyunca sabah olacak diye yatağa gitmekte zorlanıyorum şu anda... Uykum da var halbuki...
Sızlanmak fayda etmiyor; işimiz gücümüz var da çalışıyoruz aslında, şükretmek lâzım değil mi?
Buraya yolu düşen herkese arızasız, tasasız ve çabuk geçip bitecek bir hafta diliyorum efendim!
Sırf yatıp uyuyunca sabah olacak diye yatağa gitmekte zorlanıyorum şu anda... Uykum da var halbuki...
Sızlanmak fayda etmiyor; işimiz gücümüz var da çalışıyoruz aslında, şükretmek lâzım değil mi?
Buraya yolu düşen herkese arızasız, tasasız ve çabuk geçip bitecek bir hafta diliyorum efendim!
Ağustos 20, 2005
Evde tek başına...
Ebru çalışıyor, ben evdeyim... Sabaha karşı 4'te yatmama rağmen 9'da kalktım ya da daha doğru bir deyimle, kaldırıldım :)
Yalnız kaldıktan sonra biraz temizlik, biraz tembellik, Big Mac menü ve F1 İstanbul Grandprix'si sıralama turları seyri...
Artık bilgisayar karşısında biraz daha vakit geçirme vakti :)
Yalnız kaldıktan sonra biraz temizlik, biraz tembellik, Big Mac menü ve F1 İstanbul Grandprix'si sıralama turları seyri...
Artık bilgisayar karşısında biraz daha vakit geçirme vakti :)
Ağustos 16, 2005
Ağustos 13, 2005
Kaçamak: İptal!
Meteor.gov.tr istihbaratına dayanarak aldığımız karar doğrultusunda (Kırklareli) haftasonu hiç bir yere gitmiyoruz.
Evdeyiz... DVD seyrederiz, bekleriz...
:)
Evdeyiz... DVD seyrederiz, bekleriz...
:)
Ağustos 12, 2005
Haftasonu kaçamağı
Ani bir gelişmeyle cumartesi sabahı Kıyıköy'e gidiyoruz. Cumartesi, Pazar... toplam 2 güm bile sayılmaz...
Funda gidecekmiş, bizi de davet etti...
Temiz hava, bol gıda; hiç de fena olmayabilir hani...
Funda gidecekmiş, bizi de davet etti...
Temiz hava, bol gıda; hiç de fena olmayabilir hani...
Ağustos 09, 2005
Yaşlanmak mı, tekâmül mü, kaybolmak mı?
Çok değil, bundan 8 - 10 sene evvel başka biri gibiydim.
Bana sorarsanız ben, yine 'aynı' bendim ama ne çevrem, ne arkadaşlarım, ne işim gücüm, ne günlük yaşantım, ne de dış görünüşüm şimdiki gibiydi...
İşte o zamanlar birbirimizin üzerine kustuğumuz, birlikte şişelerce köpeköldüreni Abdullah Sokak'ta devirdiğimiz, sabaha kadar kafamıza göre müzik çalan salaş barlar arasında fink attığımız ve 'daha çok nasıl sarhoş olabiliriz?' sorusuna cevap aradığımız dostlarla artık birbirimizi tanımıyoruz bile...
Geçen gün Umut'la buluştuk, bowling oynamaya gittik. O zaman söylediği bir laf aslında geçirdiğimiz bu acayip sürecin neticesini özetliyordu:
(Manowar İstanbul konseri afişi üzerine konuşuyor)
"Ulan bunlar biz gençken gelmediler, şimdi gelecekleri tuttu!"
Sahi ya; ben niye bu konsere gitmiyordum? Artık o müziği mi sevmiyordum?
Aksine; hatta müzikal anlamda hâlâ 80'lerde yaşıyorum: Manowar, Slayer, Overkill, Exodus, Savatage, Queensryche, Master of Puppets (Burada Metallica adını geçirmek istemedim; itiraf ediyorum), Whitesneke, Skid Row ve daha niceleri...
90'lardan Dream Theater, 2000'lerden ise SOAD var müzik zevkim içinde; yeniye dair iki istisna sadece bunlar...
E peki hâlâ "Hail and Kill" ve "Kings of Metal" dinleyip (afedersiniz) eşek gibi keyif alabiliyorken neden bu konsere beni götürecek bir gaz, bir istek duyamadım içimde?
Hâlbuki ilk Metallica konseri zamanında stat kapısına iki gün önceden kamp kurmuştuk. Hetfield sahnede göründüğü anda ağlamıştım...
Yaşlandım mı? Tekâmül mü ettim? Yoksa kayıp mı oldum oralarda?
1990 senesinde liseden mezun olduğum gün saçlarımı bir daha kesmeyeceğime söz verdim kendi kendime... Bu söz, hem sabahları saç uzunluğu kontrolünde bulunan ve 'sözde' uzun saçlara makas atan beş para etmez eğitimcilere karşı 'tavır' olarak verilmiş bir sözdü, hem de o dönemde 'kendimi ait hissettiğim' yaşam tarzını yaşamam, dış görünüş bakımından da onlar gibi görünebilmem için atılmış bir adımdı.
Saçıma tekrar makas değmesi için tam 10 sene geçmesi gerekti.
90, 91, 92, 93, 94, 95, 96, 97, 98, 00...
Birlikte her haltı yediğim, Abdullah Sokak'ta şişelerce köpeköldüren devirdiğim, Köprüaltı – Beyoğlu aksında hudutsuz eğlencenin dibine vurduğum arkadaşlar...
Birbirimizin üzerine kusmalar, orada burada sızmalar, McDonald's ve Borsa hela kabinlerine 5 kişi girip işemeler, kavga etmeler, dayak yemeler, pilot olmuş kafaları yüksek desibelli riff'ler eşliğinde sallamalar...
Yaşlandım mı? Tekâmül mü ettim? Yoksa kayıp mı oldum oralarda?
Bana asıl tokat bir sene kadar evvel çarpmıştı... Bir toplantı nedeniyle takım elbiseliydim. Bilen bilir; mecbur kalmadıkça giymem o lanet kılığı... İşte tam da o sırada, ‘eski’ bir arkadaşa rastladım…
Aynıydı...
Sanki seneler öncesindeydim.
Sanki bir sigara almaya gitmiş de geri dönmüştüm.
Orada duruyordu; aynıydı...
Saçlar yine uzun ve yağlı... Aynı kot mont, aynı sarhoş bakışlar, aynı ağız kokusu, aynı, aynı, aynı!
Ben ise onların tanıdığı ben değildim.
Konuşacak üç-dört kelimeyi bile zar zor bir araya getirebildim...
Empati kurabiliyorum; o zamanlar benim de "bu pezevenk iş güç derdine düştü, çalışıyor, para kazanıyor, artık yüzümüze bile bakmıyor, takılmıyor bu ortamlara şerefsiz!" dediğim insanlar vardı...
Hop hop! Değiş Tonton!
“Olduğun yerde, bir boka yaramadan, senelerce bir milimetre bile ilerlemeden hayatını idame etmek marifet mi?” diye sordum kendime…
Değildi...
Benim seçimim bir 'müzik zevki seçimi' de değildi... Hayata tutunmayı, mutlu ve huzurlu bir hayat kurabilmek için mücadele etmeyi seçmiştim sadece...
Kimse bir şey söylemedi, kimse bir çift laf etmedi, belki kimsenin umurunda bile değildi ama...
Onların kımıldamadan durdukları 'yer'le ben, birbirimizi çoktan dışlamıştık.
Onlar bana şunu söylüyordu:
“Buralara gelme, bizi sattın sen! Aramızda işin yok! Git, evinde otur, patronunun verdiği paracıklarla aldığın müzik sisteminde dinle ne dinleyeceksen!"
Ama zaten ben de benzer şeyler söylüyordum:
Seneler boyunca aradığım ‘huzur’u buldum. Mutluyum.
Hayatımın sonuna kadar birlikte olmam gereken kadını da buldum, evlendim, aşığım…
Yeteneklerimi kullanıyorum, bunun için bana ayda belli bir miktar para veriyorlar, ben de sistemden huzurum için gerekli şeyleri satın alıyorum:
Sabahları taksi hizmeti, Super Supreme pizza, kısa Marlboro, Tuborg Gold, Coca Cola, Lipton Ice Tea, deterjan, bilgisayar, fotoğraf makinesi, Big King XXL, muhtelif DVD, Tekirdağ rakısı, vs.
Tüm bunları yaparken de kimseyle sorunum olmuyor; kimseye tavır yapmıyorum, hiçbir şey için sert bir muhalefetim yok, bindiğim alâmetle kıyamete gidiyorum…
Bu saydıklarımı yapamayan ‘loser ben’ ise hâlâ oralarda, onu son bıraktığım bir yerlerde...
Kayboldu, ben de gidip bir daha aramadım…
Manowar konseri mi dediniz?
Emin olun, senelerdir arayıp sormadığım ‘terkedilmiş kendim’e o konserde rastlamak çok travmatik olurdu!
Ben de evde oturdum.
Konser günü bangır bangır "Hail and Kill" dinledim!
Ebru içerden güldü ve bana her zaman yaptığı gibi tatlı tatlı takıldı:
“Seni gidi kart metalci seniii!”
Bana sorarsanız ben, yine 'aynı' bendim ama ne çevrem, ne arkadaşlarım, ne işim gücüm, ne günlük yaşantım, ne de dış görünüşüm şimdiki gibiydi...
İşte o zamanlar birbirimizin üzerine kustuğumuz, birlikte şişelerce köpeköldüreni Abdullah Sokak'ta devirdiğimiz, sabaha kadar kafamıza göre müzik çalan salaş barlar arasında fink attığımız ve 'daha çok nasıl sarhoş olabiliriz?' sorusuna cevap aradığımız dostlarla artık birbirimizi tanımıyoruz bile...
Geçen gün Umut'la buluştuk, bowling oynamaya gittik. O zaman söylediği bir laf aslında geçirdiğimiz bu acayip sürecin neticesini özetliyordu:
(Manowar İstanbul konseri afişi üzerine konuşuyor)
"Ulan bunlar biz gençken gelmediler, şimdi gelecekleri tuttu!"
Sahi ya; ben niye bu konsere gitmiyordum? Artık o müziği mi sevmiyordum?
Aksine; hatta müzikal anlamda hâlâ 80'lerde yaşıyorum: Manowar, Slayer, Overkill, Exodus, Savatage, Queensryche, Master of Puppets (Burada Metallica adını geçirmek istemedim; itiraf ediyorum), Whitesneke, Skid Row ve daha niceleri...
90'lardan Dream Theater, 2000'lerden ise SOAD var müzik zevkim içinde; yeniye dair iki istisna sadece bunlar...
E peki hâlâ "Hail and Kill" ve "Kings of Metal" dinleyip (afedersiniz) eşek gibi keyif alabiliyorken neden bu konsere beni götürecek bir gaz, bir istek duyamadım içimde?
Hâlbuki ilk Metallica konseri zamanında stat kapısına iki gün önceden kamp kurmuştuk. Hetfield sahnede göründüğü anda ağlamıştım...
Yaşlandım mı? Tekâmül mü ettim? Yoksa kayıp mı oldum oralarda?
1990 senesinde liseden mezun olduğum gün saçlarımı bir daha kesmeyeceğime söz verdim kendi kendime... Bu söz, hem sabahları saç uzunluğu kontrolünde bulunan ve 'sözde' uzun saçlara makas atan beş para etmez eğitimcilere karşı 'tavır' olarak verilmiş bir sözdü, hem de o dönemde 'kendimi ait hissettiğim' yaşam tarzını yaşamam, dış görünüş bakımından da onlar gibi görünebilmem için atılmış bir adımdı.
Saçıma tekrar makas değmesi için tam 10 sene geçmesi gerekti.
90, 91, 92, 93, 94, 95, 96, 97, 98, 00...
Birlikte her haltı yediğim, Abdullah Sokak'ta şişelerce köpeköldüren devirdiğim, Köprüaltı – Beyoğlu aksında hudutsuz eğlencenin dibine vurduğum arkadaşlar...
Birbirimizin üzerine kusmalar, orada burada sızmalar, McDonald's ve Borsa hela kabinlerine 5 kişi girip işemeler, kavga etmeler, dayak yemeler, pilot olmuş kafaları yüksek desibelli riff'ler eşliğinde sallamalar...
Yaşlandım mı? Tekâmül mü ettim? Yoksa kayıp mı oldum oralarda?
Bana asıl tokat bir sene kadar evvel çarpmıştı... Bir toplantı nedeniyle takım elbiseliydim. Bilen bilir; mecbur kalmadıkça giymem o lanet kılığı... İşte tam da o sırada, ‘eski’ bir arkadaşa rastladım…
Aynıydı...
Sanki seneler öncesindeydim.
Sanki bir sigara almaya gitmiş de geri dönmüştüm.
Orada duruyordu; aynıydı...
Saçlar yine uzun ve yağlı... Aynı kot mont, aynı sarhoş bakışlar, aynı ağız kokusu, aynı, aynı, aynı!
Ben ise onların tanıdığı ben değildim.
Konuşacak üç-dört kelimeyi bile zar zor bir araya getirebildim...
Empati kurabiliyorum; o zamanlar benim de "bu pezevenk iş güç derdine düştü, çalışıyor, para kazanıyor, artık yüzümüze bile bakmıyor, takılmıyor bu ortamlara şerefsiz!" dediğim insanlar vardı...
Hop hop! Değiş Tonton!
“Olduğun yerde, bir boka yaramadan, senelerce bir milimetre bile ilerlemeden hayatını idame etmek marifet mi?” diye sordum kendime…
Değildi...
Benim seçimim bir 'müzik zevki seçimi' de değildi... Hayata tutunmayı, mutlu ve huzurlu bir hayat kurabilmek için mücadele etmeyi seçmiştim sadece...
Kimse bir şey söylemedi, kimse bir çift laf etmedi, belki kimsenin umurunda bile değildi ama...
Onların kımıldamadan durdukları 'yer'le ben, birbirimizi çoktan dışlamıştık.
Onlar bana şunu söylüyordu:
“Buralara gelme, bizi sattın sen! Aramızda işin yok! Git, evinde otur, patronunun verdiği paracıklarla aldığın müzik sisteminde dinle ne dinleyeceksen!"
Ama zaten ben de benzer şeyler söylüyordum:
Seneler boyunca aradığım ‘huzur’u buldum. Mutluyum.
Hayatımın sonuna kadar birlikte olmam gereken kadını da buldum, evlendim, aşığım…
Yeteneklerimi kullanıyorum, bunun için bana ayda belli bir miktar para veriyorlar, ben de sistemden huzurum için gerekli şeyleri satın alıyorum:
Sabahları taksi hizmeti, Super Supreme pizza, kısa Marlboro, Tuborg Gold, Coca Cola, Lipton Ice Tea, deterjan, bilgisayar, fotoğraf makinesi, Big King XXL, muhtelif DVD, Tekirdağ rakısı, vs.
Tüm bunları yaparken de kimseyle sorunum olmuyor; kimseye tavır yapmıyorum, hiçbir şey için sert bir muhalefetim yok, bindiğim alâmetle kıyamete gidiyorum…
Bu saydıklarımı yapamayan ‘loser ben’ ise hâlâ oralarda, onu son bıraktığım bir yerlerde...
Kayboldu, ben de gidip bir daha aramadım…
Manowar konseri mi dediniz?
Emin olun, senelerdir arayıp sormadığım ‘terkedilmiş kendim’e o konserde rastlamak çok travmatik olurdu!
Ben de evde oturdum.
Konser günü bangır bangır "Hail and Kill" dinledim!
Ebru içerden güldü ve bana her zaman yaptığı gibi tatlı tatlı takıldı:
“Seni gidi kart metalci seniii!”
Ağustos 07, 2005
Gök yarıldı
Bu yaşıma geldim, böyle gökgürültüsü duymadım!
Günlerdir söylenen "gökgürültülü sağanak yağış" bu olsa gerek...
Günlerdir söylenen "gökgürültülü sağanak yağış" bu olsa gerek...
Ağustos 01, 2005
Kötü blogger...
Bakıyorum da son mesajımda haftasonuna az kaldığını heyecanla belirtmişim. Şimdi de işe gitmeye sadece altı buçuk saat olduğunu üzülerek belirtmek zorundayım :(
Cuma, cumartesi, pazar; nerelerde miydim? Kimsenin merak etmediğini biliyorum. Madem buna web log diyorlar, ben de ne istersen sorarım değil mi ya?
Cuma gecesi pek verimli geçmedi benim haftasonu tatili anlayışım açısından. Öyle uykum gelmiş ki, bilgisayar odasındaki akla hayale gelmeyecek rahatsızlıktaki kanepede sızmışım. Ebru'nun işine gelmiş, yanında horlayan biri olmadan uyumanın keyfine varmış.
Cumartesi gündüz saatlerinde kayınpeder - kayınvalide ağırlaması yaptık. Burada anlatmamıştım: Evlerine akşamüzeri camdan bir kuş girmiş. bir bakmışlar ki yeşil bir muhabbet kuşu! Almışlar içeri ne yapsınlar? Evde bir kafes varmış eski kuşlarından kalma; koymuşlar içine... Olacak şey değil ama!
Bize gelirken o kuşu da getirdiler yanlarında... Bizim kuşla arkadaşlık ederler belki diye... İkisi de erkek olduğu için pek bir aşk yaşanmadı aralarında doğal olarak. Bizimki de ufak kaldı zaten. Tatlı tatlı didiştiler...
Sonra FZG aradı akşam meyhaneye gidelim diye... Ben de "madem sarhoş olasımız var evde olalım" dedim. Kardeş ADG ile birlikte geldiler. ADG dediğim Doğan insanı pek bir övüyordu Tekirdağ Altın Seri'yi... Bir büyük devirdik, lokum gibiymiş şerefsiz!
Gecesinde koltuğa devrilip uyumuşum. Güven biraderler de giderken uyandırdılar sağolsunlar; yatağıma koştum ben de...
Pazar sabahı erkenden uyandım, meyve suyu içtim, bilgisayara takıldım... Tüm bu dediklerim sabah saat 6 sularında oldu... Sonra dayanamadım yattım yine... E, Ebru uyandırdı tabi 10 küsürde yine...
Crash filmini Divx olarak indirmiştim e-mule'den lâkin Türkçe altyazı bulamamıştım. Ebru'nun içine doğdu bakalım bir daha diye; baktık, bulduk, indirdik, filmi de bir güzel seyrettik. Ebru çok çok beğenmedi, beğendi de muhteşem falan bulmadı. Ben bilmiyorum ne düşündüğümü; emin değilim... Bu kadar ırkçılık var mıdır yok mudur ABD'de acaba? Neticede memleketim insanının akraba, arkadaşlık, eş, dost ilişkileri daha da takdire şayan geldi gözüme bu filmden sonra... Plastik hayatlar sürülüyor filme göre ABD'de... Sevgisiz, güvensiz...
Her neyse, filmden sonra devrilip uyumuşuz yine. Öğle uykusu. Güzellik uykusu :)
Kalktım, ayılmam her zamanki gibi bir buçuk saatimi aldı, yemek yedik, TV önünde vakit öldürdük, şimdi de buradayım...
Bloga yazdıklarımla pek anlaşılmıyor ama kuşumuz Tosun günümüzün önemli bir vaktini alıyor aslında... Beni sahip belledi kendine; kafama konuyor, kurlar yapıyor, öpüşüyoruz, aklınız durur. Ebru bu duruma kızıyor, ikimize de küsüyor sonra :)
Ohooo çok gevezelik ettim bu sefer... Yazmaya yazmaya dolmuşum meğer...
Cuma, cumartesi, pazar; nerelerde miydim? Kimsenin merak etmediğini biliyorum. Madem buna web log diyorlar, ben de ne istersen sorarım değil mi ya?
Cuma gecesi pek verimli geçmedi benim haftasonu tatili anlayışım açısından. Öyle uykum gelmiş ki, bilgisayar odasındaki akla hayale gelmeyecek rahatsızlıktaki kanepede sızmışım. Ebru'nun işine gelmiş, yanında horlayan biri olmadan uyumanın keyfine varmış.
Cumartesi gündüz saatlerinde kayınpeder - kayınvalide ağırlaması yaptık. Burada anlatmamıştım: Evlerine akşamüzeri camdan bir kuş girmiş. bir bakmışlar ki yeşil bir muhabbet kuşu! Almışlar içeri ne yapsınlar? Evde bir kafes varmış eski kuşlarından kalma; koymuşlar içine... Olacak şey değil ama!
Bize gelirken o kuşu da getirdiler yanlarında... Bizim kuşla arkadaşlık ederler belki diye... İkisi de erkek olduğu için pek bir aşk yaşanmadı aralarında doğal olarak. Bizimki de ufak kaldı zaten. Tatlı tatlı didiştiler...
Sonra FZG aradı akşam meyhaneye gidelim diye... Ben de "madem sarhoş olasımız var evde olalım" dedim. Kardeş ADG ile birlikte geldiler. ADG dediğim Doğan insanı pek bir övüyordu Tekirdağ Altın Seri'yi... Bir büyük devirdik, lokum gibiymiş şerefsiz!
Gecesinde koltuğa devrilip uyumuşum. Güven biraderler de giderken uyandırdılar sağolsunlar; yatağıma koştum ben de...
Pazar sabahı erkenden uyandım, meyve suyu içtim, bilgisayara takıldım... Tüm bu dediklerim sabah saat 6 sularında oldu... Sonra dayanamadım yattım yine... E, Ebru uyandırdı tabi 10 küsürde yine...
Crash filmini Divx olarak indirmiştim e-mule'den lâkin Türkçe altyazı bulamamıştım. Ebru'nun içine doğdu bakalım bir daha diye; baktık, bulduk, indirdik, filmi de bir güzel seyrettik. Ebru çok çok beğenmedi, beğendi de muhteşem falan bulmadı. Ben bilmiyorum ne düşündüğümü; emin değilim... Bu kadar ırkçılık var mıdır yok mudur ABD'de acaba? Neticede memleketim insanının akraba, arkadaşlık, eş, dost ilişkileri daha da takdire şayan geldi gözüme bu filmden sonra... Plastik hayatlar sürülüyor filme göre ABD'de... Sevgisiz, güvensiz...
Her neyse, filmden sonra devrilip uyumuşuz yine. Öğle uykusu. Güzellik uykusu :)
Kalktım, ayılmam her zamanki gibi bir buçuk saatimi aldı, yemek yedik, TV önünde vakit öldürdük, şimdi de buradayım...
Bloga yazdıklarımla pek anlaşılmıyor ama kuşumuz Tosun günümüzün önemli bir vaktini alıyor aslında... Beni sahip belledi kendine; kafama konuyor, kurlar yapıyor, öpüşüyoruz, aklınız durur. Ebru bu duruma kızıyor, ikimize de küsüyor sonra :)
Ohooo çok gevezelik ettim bu sefer... Yazmaya yazmaya dolmuşum meğer...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)