Ocak 31, 2005

İletişememek...

Günümün yarısı, kendilerini yanlış ifade eden ve beni de doğru anlayamayan insanlarla iletişim kurmaya çalışmakla geçiyor.

Evet, biliyorum; önce kendimde aramalıyım sorunu ama benim yerimde olsaydınız eminim siz de bana hak verirdiniz.

Vallahi de billahi de arıza bende değil!

İletişimde kuraldır: Mesajı vereni TV vericisi, alanı da TV olarak düşünürseniz, verilen sinyalin TV tarafından algılanabilmesi için gerekli koşulun şu olduğunu söyleyebiliriz: TV, sinyali 'decode' edebilmelidir. Örnek: Decoder'sız CINE5 seyrederseniz, TV hiç bir şey göstermez...

Görevin büyük kısmı vericiye düşer iletişim sanatında... TV'nin neyi 'decode' edebileceğini bilip, sinyalinizi (mesajınızı) ona göre 'convert' ederek TV'ye yollamalısınız ki o da anlasın, algılasın...

Ben sanatımı icra ettim. Denemediğim 'codec' kalmadı... Sonunda şuna karar verdim:

-> TV unplugged <-

İyi haftalar!

An itibariyle görevimizi ifa etmeye başladık... Yine cuma akşamını özlemle bekleyerek geçecek bir haftaya hepimiz hoşgeldik!

Haydi; çalışın ve maaşınızı hak edin! Köleler!

Haftanın 'arıza' potansiyeli...

Bir hafta daha başlıyor... Çemberin etrafında dönüp duruyoruz...

Bu hafta potansiyel olarak arızaya müsait... Aybaşı geldi; üstelik zam ayındayız. Bu ne demek?

Allah bize kolaylık versin...

Kıçımız donacak!

Sabah kalktım. Erkenden. 6.30'da... Kombiyi yakmak için arka balkona çıktım. Dondum...

Sonra salon penceresini çaıp dışarı baktım. Kupkuru bir soğuk; Ankara'nın o meşhur sabah ayazı gibi...

Meteoroloji söylemeseydi bile kendini o kadar belli ediyor ki kar, anlardık geldiğini... Çok soğuk, çok...

Kıçımız donacak!

Not: Şu anda hava sıcaklığının -1 derece olduğu söyleniyor. Bana daha soğuk gibi geldi ya, neyse...

Devlerin aşkı büyük olur!


Efendim; geçen hafta kiraladığım fakat seyredemediğimiz için iade etmeden önce divx'e çevirip kaydettiğim Shrek 2 adlı güzide eseri seyrettik dün...

Üzerine anlatabilecek ya da yorumu yapılabilecek çok fazla şey yok. Animasyon hadisesi sınırları zorluyor artık... Bu nasıl bir görsel güzelliktir?

Normalde her filmi mutlaka orijinal lisanı ile seyretme hususunda takıntılı bir insan evlâdı olsam da, Okan Bayülgen ile Mehmet Ali Erbil'in performansını merak ettiğimden Shrek 2'yi Türkçe dublajı ile izledim. İkisini de tebrik ederim.


Filme gelince... Aslında detaylarda çok komik hadiseler var. Büyük Hollywood yapımlarına göndermeler, masal klasikleriyle dalga geçmeler, ve saire... Reklâm bile var film içinde... Burger King ve Starbucks şu anda aklımda kalanlar... Çok akıllıca kurgulanmış ama...



Genelinde çok eğlendiğim filmde özellikle Çizmeli Kedi'nin kendini acındıran o şirin tavrını takındığı zamanki hali yok mu? Öldüm gülmekten...

Filme emeği geçen herkesi kutluyorum efendim...

Not: Ebru bizi Shrek ve Fiona'ya benzetti (iğrençlik değil ama cüsse olarak). Ağlamak istiyorum :)

Ocak 30, 2005

Hareket alanı...

İnsan hayatta 4 şeye yeterli vakit ayırabilmelidir:

- İşine
- Eşine
- Kendine
- Uykuya

Buradaki '' maddesi evli olmayanlar için 'sevgili' olarak da kayda geçebilir; bir şey değişmeyecektir. Esas olan, bunlardan birinin eksik kalması ya da hiç olmaması durumunda hayatın çekilmez bir hal alması... İşte bir insan için her biri kritik olan dört hareket alanı!

Madem ki bu benim weblogum, kendime göre bir hesap yapacağım şu anda... Bu paylaşımı günlük bazda yaparsanız, batarsınız. Çünkü imkânsızdır. Niye mi? Bakın anlatayım:

Uyku sabit değer... İyi uyku için 7-8 saat ideal derler ama hadi ben 7 diyorum.

İş de sabit... Mecburen... Normalde 8 saat, bizde 10 saat. 1,5 saat de gidiş dönüş toplam yol olsa eder 11,5 saat...

Bu hesapta dikkate alınmayan akşam yemeği derdi vardır ki o da en iyi ihtimalle pişirme/ısmarlama + yeme 1,5 saat tutar...

Ne yaptı?

7 + 11,5 + 1,5 = 20

Bir gün kaç saattir?

24...

24 - 20 = 4

4 saat... Kendine, eşine... Hmmm... Zor!

Klasik kadın tipi, kendinize zaman ayırmanızı pek anlayışla karşılamaz. Ebru belki de klasik tip sayılmayacak bir karakter olduğu için ona aşık olmuşumdur.

Ama, insan sevince, sevdiğini bir köşede bırakıp da kendi zamanını yaratmakta vicdanen zorlanıyor. İşin daha da kötüsü, kendine zaman ayıracağına 'o'na zaman ayırarak daha mutlu oluyor.

İşin sonu bir bok çukuru aslında... Böyle yaparsanız kendinizi unutabilir ve zamanla kendinizi kötü hissedebilirsiniz.

Ben çözümü buldum...

Hafta içi bir kaç gün uykumdan 2 saat çalıyorum; hafta sonu ise bu hırsızlığı daha da ileriye götürerek (şimdi olduğu gibi) 4'e 5'e kadar kendimle kalıyorum. Netice mi?

Süper!

Doğan Online...

Bir kurum adı değil bu... Ali Doğan Güven Bey MSN Messenger'da online vaziyetteler ve karşılıklı konuşmaktayız anlamında sarfettim bu cümleyi... Kapiş?

Google'ı seviyorum! / I love Google!

Kimine manasız gelebilir bu söyleyeceklerim ama hayatımda ilk defa, 80'lerde Metallica'ya hissettiğim tarzda delice bir hayranlık besliyorum bir 'ticari marka'ya: Google'a!

"Bir araştırma için oturma organınızdan biraz kan alacağız" deseler verecek kadar, öyle söyleyeyim... Neden mi?

- Birincisi, her yaptıkları mükemmele yakın ve en önemlisi 'insan odaklı'...
- İnsana verdikleri değer, çalışanlarına verdiği değerden belli... anlamak için lütfen şuraya bir bakınız. (İngilizce)
- Katakulli çevirmeden para kazanmayı hedefleyen etik bir anlayışları var
- Sessiz ve derinden, paragöz tavırlara girmeden, emin adımlarla ve işlerini iyi yaparak bir yerlere geliyorlar
- Yarattıkları marka algısı benim bile aklımı çelecek derecede sempatik, oyuncu, dost canlısı ve akıllı...
- "İnternet bitti" dediğiniz yerde açılacak yeni denizler bulabiliyorlar...
- Ya birşeyin en iyisini yapıyorlar, ya da hiç yapılmamış şeyleri yapıyorlar
- Microsoft gibi "alemin kralı" havalarına girmiyorlar; saygı duyulacak bir mütevazı tavır içindeler her daim
- Batan projeleri cesurca tekrar bize kazandırıyorlar (örneğin blogger)
- Neticede I love Google!

Enerji geri geldi!

Haha! Kim demiş yaşlandım diye? Alnını karışlarım o deyyusun!

İşte enerji, işte ben, işte muhteşem dörtlü! En az dörde kadar oradan oraya İnternet alemini dağıtmazsam top deyin bana bu alemde!

Kar geliyor(muş)


Geçen sene evin penceresinden çektiğim bir fotoğraf... Ajanslara bakılırsa pazartesi ya da salı günü kar yağışı bekleniyormuş İstanbul'da...

Kar yağarken çok güzel ama sonrasındaki pislikten de, kaldırımların ayna gibi ve berbat derecede kaygan olmasından da nefret ediyorum. Yukarıdaki fotoğrafa bakınca da güzel görünüyor ama hınzır kar...

Boktan muhabbet...

Sanırım bu ağrıyı ve ızdırabı son yaşadığımda lisedeydim...

1 saat kadar önce büyük ihtiyacımı giderme arzusuyla tuvalete gittim. İlk sortide bir arıza görünmüyordu. Fakat daha sonra bir anormallik sezdim. Hiç durmadan ceviz büyüklüğünde parçalar çıkmaya devam ediyordu 30'ar saniye arayla... Yine de sorun yoktu; hatta enteresan olması nedeniyle eğlenceli bile sayılabilirdi. Ama ama ama...

30'ar saniyelik bu vücuttan kopuşlara aniden korkunç bir ağrı eşlik etmeye başladı. 30 saniyede bir bu korkunç ağrı bağırsaklarımdan aşağı doğru hunharca iniyor, küçük de olsa bir parçanın terk-i vücud eylemesiyle yerini orgazm keyfine yakın bir rahatlamaya bırakıyordu. Bu rahatlık ise maalesef en fazla 30 saniye sürüyordu...

Tuvalette bu ızdıraplar içinde 20-30 dakika geçirdim. Her ağrı atağı sonrası yaşadığım o müthiş rahatlama keyfi bana eşsiz bir lütuf gibi geliyordu ve bu durum bana şunu tekrar hatırlattı: Ağrısız sızısız geçirdiğimiz her ana şükretmeliyiz...

Bu boktan muhabbete sebep olan ağrının sebebi mi? Vallahi de billahi de bilmiyorum...

Yaşlandım sanırım...

Haftasonları sabah 4'e 5'e kadar otururdum hep. Aşağıdaki mesajı yazarken de yine böyle olacak sanıyordum. Saat 2.30 civarı göz kapaklarıma zincirle birer örs takılmış gibi hisstemeye başladım. Uyku isteği dayanılmazdı; alelacele alt+F4 marifetiyle aleti kapatım yatağa gömüldüm. Uyandığımda saat 10.00 idi.

Bugün bari adam gibi bilgisayarın başında (muhteşem dörtlü olarak) vakit geçireyim diyorum, lâkin lanet olsun ki yine uykum var.

Ya yaşlandım, ya da çeçe sineği bana bir hastalık bulaştırdı...

Ocak 29, 2005

Muhteşem dörtlü yine birarada!

Tuborg, Marlboro, bilgisayar ve ben tekrar buluştuk. Gece uzun ama benim pil bitik. Dayanabildiğim kadar artık...

Ocak 28, 2005

Son dakikalar saat oluyor...

Bugün haftanın son iş günü; hatta şu anda çoğu çalışan paydos edip evinin yolunu tuttmuş bile... Bizim mesaimiz ise maalesef 19.00'da sonlanmakla birlikte bugün sanırım 21 civarına kadar burada kalmak zorundayım. Yani, işin özü şu ki, "oh be dakikalar kaldı" derken tekrar kalan saatleri saymam gerekiyor... :(

Gece evde eğlenmezsem cart diye çatlarım ortamdan. Geceyarısı ile 03.00 arasında muhteşem dörtlü yine birarada olacak: Bilgisayar, Tuborg, Marlboro ve ben...

Görüşmek üzere...

istanbul.com'da yeni yazı

istanbul.com'a bugün alelacele yazdığım son yazı...

Şiddet arzusu

Aşağıda bahsettiğim iblislere karşı tekme tokat giresim var; ağızlarını burunlarını ana avrat küfrederek dağıtasım var...

Ama insan her istediğini yapamıyor...

Nasihat...

Muhataplarınızın anlayış ve kavrayış seviyelerini bilmeden hitab etmeye kalkışmayınız. Sonra kendi ömrünüze ihanet etmiş olursunuz. Biliniz ve inanınız ki; dört tip insan vardır:

1. Bilir ve bildiğini de bilir; bu alimdir, bunu takip ediniz.
2. Bilir fakat bildiğini bilmez; bu uykudadır. O halde kendisini uyandırınız.
3. Bilmez ve bilmediğini bilir; bu irşada* muhtaçtır. Kendisini irşad ediniz.
4. Bilmez ve bilmediğini de bilmez; bu şeytandır. Bundan kaçınınız.

* Uyarmak, doğru yolu göstermek

Not: Kimliğini bulamadığım bir İslâm düşünüründen alıntıdır.

Not 2: Etrafım iblislerle sarılı; onlardan kaçamıyorum...

Ocak 27, 2005

Salak mod...

Salak salak öylece duruyorum...

Web logu tutmak zorla değil ya; yazmıyorum kardeşim!

Ocak 26, 2005

Depresif mod...

İnsanın bir şey yapasının gelmediği günler vardır. Bugün benim için de öyle bir gün. Şu anda tek yapmak istediğim, kafam dağılsın diye bir kaç maç yapmak FIFA 2005'te...

Görüşmek üzere...

Ocak 25, 2005

Çemberin üzerinde, 'biçare' bir nokta...

Geometri bilgimizi sınayalım biraz...

Bir doğru parçası düşünün. Bir başlangıç, bir de bitiş noktası var.

Başlangıç noktası A, bitiş noktası da B olan bir lABl doğru parçası yani...
Şimdi bu doğru parçasına (lABl), başlangıç (A) ve bitiş (B) noktalarına bir anlam yükleyelim...

Bu lABl, bir duygunun ya da bir olgunun şiddetini ifade eden bir grafik cetveli olsun. A ve B noktaları da bu duygu ya da olguyu ifade eden ekstrem uçları simgelesin... Mesela delilik ve dahilik...

Şimdi de alın bu lABl'yi, kıvırın, A ve B noktalarını tam tamına üstüste getirerek bir çember yapın.

Sonuç ne oldu?

--/--

Zıt yöndeki ekstremler kardeştir! Çok ağlamak gülmeye, çok gülmek ağlamaya, deli gibi sevmek nefrete, çılgınca nefret etmek de sevmeye, aradaki diğer 'duygu tonlarından' daha yakındır birbirlerine...

Ama işte bu sebeple, A ya da B noktasına vardığınız anlarda, karmakarışık oluyorsunuz... Ben de öyleyim şu anda...

Şu anda, 'hayatıma ve sahip olduklarıma can-ı gönülden şükretmek' ile 'yaşamaya ve bu b.ktan dünyaya lanet etmek' noktalarındayım; çemberin üzerinde, biçare, 'tek' bir noktayım...

Beni hep A noktasında tutan baş sebep Ebru'ya şükran, B noktasına çeken zibidilere de bir kova dolusu b.k borçluyum.

Ben borcuna sadık bir adamım.

Gün olur, devran döner...

Yeni güncellemeler...

  • Header başlığı tekst olmaktan kurtarıldı, artık sadece grafik halinde...
  • Header boyutu fikslendi
  • Footer metni ortalandı

Ocak 24, 2005

Deveyi gütmek...

Diyardan gitmek mümkün olmadığı için 'mecburen' deve gütmek ne kötü bir şeydir ya Rabbim!

Yoksa avuçlarım nasıl kaşınıyor aslında bir bilseniz...

Google Toolbar 'BlogThis!' butonu

Internet Explorer'a yüklenen Google Toolbar'daki 'BlogThis!' butonuyla afedersiniz 'çotarank' diye mesaj post edebiliyorum!

Yaşasın teknoloji!

İşyerinden 'kaçamak' posta!

Adı üstünde, günlük gibi birşey bu... Arada bir mola verip işyerinden de yazılabilir yani... Şimdi yaptığım gibi!

Pazartesi günleri zaten sıkıntılıdır; hele bir de dört günlük tatilin ardından bu sıkıntı daha da şiddetli oldu. Nankörlük etmeyelim, bugün öldürücü bir tempo yok burada Allah'a şükürler olsun ki :)

I'll be back!

Mühim güncelleme - II

Header'a dikkat buyurunuz...

Revizyon sürüyor...

Sabah nasıl uyanacağımı düşünmeksizin kafama taktığım değişiklikleri yapmayı sürdürüyorum...

Yazılan mesajların altındaki "posted by..." ve "... comments" gibi kelimeleri Türkçeleştirmeyi sonunda başardım!

Bu başarımın yurdumuzda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde ve yurtdışı temsilciliklerimizde coşkuyla kutlanacağını umuyorum...


Mühim güncelleme!!!

Her ne kadar işin içinde olsam da kod bilgim derya değil...

Yine de bu blogger template kodunu evirip çevirip sağdaki sütuna bazı bölümler ekledim... Kimisi linkli, tıklanıyor, kimisi ise statik... Ama ne yalan söyleyeyim bu hali çok daha fazla hoşuma gitti :)

Teşekkürler Google; vallahi iyi ki varsın...

Bir tatil daha bitti!

Perşembe, cuma, cumartesi ve pazar...

Bu Kurban Bayramı bize fazladan 2 iş günü tatil hediye etti... Perşembe gününü 'cumartesi' gibi hissetme kısmı itiraf etmeliyim ki çok keyifliydi.

Zaman izafi ve her nedense 'güzel' anlar daha çabuk geçiyor, nefret ettiğiklerimiz ise lastik gibi uzayıp bitmek bilmiyor...

Yarın 'kalk borusu' 07.30'da çalacak. Giyinilecek. Ve her aybaşı bize verilen yüklü(!) paranın karşılığında bizden yapmamızı bekledikleri görevleri lâyıkiyla ifa etmek üzere yollara düşeceğiz...

İnsanoğlunun arayıp durduğu 'hayatın anlamı' bu olmasa gerek!

Ocak 23, 2005

"Duvara mı karşı?"


Bir sinema filmi, kendi dışı bir konudan dolayı ülke gündemini meşgul etmişse, ben kesin olarak uzaklaşırım o filmden... Garip ve bilinçsiz bir tepki işte...

Bu film, Dilâra müstear adıyla insan türünün üremesi konulu belgesel filmlerde başarıyla yer almış 'aktris' Sibel Kekilli sayesinde ses getirdi... Bu filmi seyretmeyen ve hatta adını bile bilmeyen Türk İnternet camiası hemen bu belgeselleri 'download' edip seyretti bilgilenmek için. Yalan söylemeyeyim ben de bilimsel maksatla bu belgesellerden kısa klipler seyrettim :)

Lafı uzatmayayım; işte Ebru uzun zamandır istiyordu bu filmi seyretmeyi. Ben de açıkçası geçiştiriyordum! Daha fazla direnç gösteremedim...

Almanya'da yaşayan Türk ikinci ve üçüncü kuşakların nasıl bir yaşam sürdüğü, içinde bulundukları 'kimlik' sorunu, iki kültür arasında sıkışıp ezilmeleri ve benzeri konuların veriliş biçimine diyecek yok. Ancak filmdeki genel anlatım, karakterlerin öykü içindeki davranış biçimlerinin altını dolduracak kuvvette değil bence. Detaya girersem filmi anlatmış olacağım için uzatmıyor ve susuyorum.


Baş karakteri canlandıran Birol Ünel'in bir başka filmini izlemediğim için yorumum pek de 'muteber' görünmeyebilir ama bence Ünel -inceden- 'kendisini' oynamış. Filmi izlemeden önce okuduğum bir röportajından aldığım izlenimlerle söylüyorum bunu... Bu noktada Ünel bana nedense merhum Özcan Özgür'ü hatırlattı... Loser, kendiyle kavgalı, bağımlı...

Kekilli'ye gelince... Karakterin bir oyuncu için 'parlatılacak' çok bir tarafı olmasa da sırıtmamış Kekilli. Ama, bence, her sıradan oyuncunun biraz da yönetmen desteğiyle kotarabileceği bir roldü Sibel karakteri... (Daha önceki belgesellerinde(!) kişisel yeteneklerini daha açık seçik görmüştüm)

Meltem Cumbul'u zaten sevmem... Güven Kıraç ise hep 'aynı' ama 'iyi'...

Sibel'in abisi dışındaki yan karakterler ise tam bir felaket! Hele Sibel'in annesi... Herhangi birimizin annesi daha iyi oynardı öyle söyleyeyim!

Son toplamda, bence, biraz daha meşakkatli bir masa başı çalışması ve biraz daha doğru bir casting ile çok daha iyi olabilecek bir filmdi Duvara Karşı...

"Mazeretim var asabiyim ben"


Her ne kadar Oscar başarısı olan her filme önyargıyla yaklaşsam da bu filmi daha Oscar adaylıklarının açıklanmasından önce vizyona girer girmez sinemada seyretmiş ve çok beğenmiştim. Bu ikinci seyredişim oldu. İyi de oldu.

"En sevdiğiniz aktörler kimlerdir?" sorusuna vereceğim cevap içinde Jack Nicholson'ın adı geçmez. Ama bu onun 'iyi' olmadığı için değil, oyunculuk tipini 'esnek' bulmadığım içindir.

Ama Mr. Udall karakteri Nicholson'un o 'sivri' duruşuna o kadar iyi oturmuş ki...

Mr. Udall'ın komşusunun köpeğiyle olan ilişkisi, 'trajikomik' takıntıları, farkında bile olmadan içine girdiği duygusal fırtına... On numara...

İkinci seyredişin verdiği daha objektif bakışla sadece filmin bazı bazı 'sarktığını' düşündüm sadece...

Güzeldi...

"Şey!"


Bir "insanoğlunun kendi türü dışında bir bilinçle karşılaşması" hikâyesi daha... Yine bir ekip, yine zorlu koşullar, yine "burada kime güvenebiliriz?" sorunsalı, yine "dirayetli, gözüpek ve cesur" bir kahraman... Oeh!

Zafer burdadır!

Bugün Zafer gelmiştir. Film seyretmişizdir. Pizza yemişizdir. Bilgisayar başında saçmalamışızdır. Zafer'in motoru bozuktur.

Zafer hâlâ da buradadır.

Over.

Ocak 22, 2005

Tatil geceleri formatı - III

Blogger'a girilir... Yazacak şey kalmayıncaya dek. Yine sol tarafta Tuborg, solda kültablası, çakmak ve Marlboro...

Uyku gelince yatılır...

Dalyan'da kedi sevmek...


Haziran 2004 tarihli bir fotoğraf... Tatile çıkmayı, boş boş gezmeyi, denize girip malak gibi güneşin altında yatmayı, bütün gün Ebru'yla iş güç ve sair hiçbir derdi düşünmeksizin takılmayı o kadar özledim ki... Umarım bu haziran ayında yine güzel bir tatil geçiririz...

Resimde Dalyan'da bir kafede oturup sırnaşık bir kediyi seviyorum... Kafamın üztünde yazan 'Serbest Muhasebeci' tabelasının benle bir ilgisi yoktur :)

Kötü Huylarım - Vol.1

> Sabahları elimde olmadan içine girdiğim anlamsız asabiyet ve yanlız olmayı isteme hali
> Durduk yere geliveren uyuma isteği atakları
> İstemediğim şeyleri yapmaktan ve hatta konuşmaktan bile kaçma eğilimi
> Hassas olduğum noktalara basıldığında çok sinirlenme huyum
> İşte bu sinirli anlarda ne yaptığığımı bilememek
> Sabahları her ne kadar iyi uyusam da öğlene kadar ayılamamak
> Kendimi eğlendirme merkezli yaşama arzusu
> Çalışmaktan haz etmemek

Falling in Love


Evet evet; yeni bir huy daha çıkarıyorum bugünden itibaren... Her seyrettiğim filmle ilgili aklımda kalan şeyleri kısacık yazacağım buraya...

84 yapımı bir filmmiş bu... Kiralık DVD şeklinde aldık, seyrettik...

Robert abimizin tarzına bir kez daha hayran kaldığım filmde bir aşk hikâyesi hiç de adamı baymayan bir şekilde verilmiş. Sinema ve aşk hiç de yeni bir tema değil zira!

Yalnız burada birbirlerine aşık olan iki karakter de başkalarıyla evli. Büyük bir aşk, çıkmaza giren ilişkiler, sallanan evlilikler ve saire...

Netekim izlenimim iyi oldu. İyidir, hoştur...

Ocak 21, 2005

Necla Butik!

Allah kayınvalideye uzun ömürler ihsan eylesin! Alem kadın vallahi...

Neredeyse her ziyaret edişimizde, bir yerden bir şekilde bir tişört ya da benzeri bir giysi çıkar karşımıza. Ya bana, ya da Ebru'ya alınmıştır.

Tamam, son dönemlerde İstanbul'un tekstil merkezi haline gelen Merter'de oturmaları bunun baş müsebbibi ama bu kadar da çeşit olmaz ki be birader! Hayır, bir de o kadar güzel şeyler çıkarıyor ki heybesinden! Hem ucuz, hem güzel!

Anlayacağınız yepyeni kırmızı bir sweat-shirt'üm oldu...

Teşekkürler Necla anne, ellerin dert görmesin!

Artık bir trafik sayacım var!

Becerdim...

Sayfanın en altında, beni de en az rahatsız edecek biçimde yerleştirdim bu 'ücretsiz' sayacı... Sadece daha ilk on dakikada gördüğüm şudur ki saçma sapan insanlar (daha doğrusu Türkçe bilmeyen insanlar) burayı ziyaret ediyorlar...

Sanıyorum blogger 'toolbar'ındaki 'next' tuşuyla ilerleyenler bu insanlar...

Olsun; yine de bu kadar sürede bu kadar hit almak da insanı gülümsetiyor...

Ha, unutmadan; 'misina yağmuru' mesajıma birisi yorum bile yazmış.

Ne diyeyim, hayırlısı...

Site Meter

Eylerim sürüyor... Şimdi de bir trafik sayacı eklemeyi deniyorum. Bakalım neler olacak?

Teşekkürler!


Bakmak değil, görmektir mühim olan... Ve aynı şeye bakan farklı kişiler her zaman için birbirlerinden farklı şeyler görürler...

İşte yukarıdaki resim için de bu geçerli... Kimimiz bir fotoğraf görür, ben ise hayatımı...

Bu fotoğrafa bakınca hayatımı görüyorum, çünkü o olmayınca 'hayatım' diye bir şey kalacağını sanmıyorum; açıkçası kalsın da istemiyorum...

2001 yılı Ekim ayı sonunda tanıdım. Mart 2002'de birbirimizin biricik 'sevgilileri' olduk. 16 Ekim 2002'de de en mantıklı hareketi yaptık: Evlendik!

Kaybetmek üzere olduğum 'ben'i tekrar bana kazandırdığı için Ebru'ya teşekkür etmeyeyim de kime edeyim?

Seni Seviyorum!

Tatil geceleri formatı - II

Dönüyoruz işte bir çemberin etrafında... Her zaman olduğu gibi sohbetler tıkanıyor, canlar sıkılıyor, MSN kapatılıyor ve yine monitör, Tuborg, Marlboro ve ben yanlız kalıyoruz...

Bu filmi çok gördüm... Sonu nasıl geliyor biliyor musunuz? Fifa 2005 açılıyor, oynanıyor, ondan da sıkılınıp yatılıyor.

İşin komik kısmı ise benim bundan hâlâ zevk alabilmem!

Beni mutlu etmek çok da kolaymış yahu...

Tatil geceleri formatı...

Gecenin 1 küsürü... Bir tarafta MSN açık; bir yanda Doğan, diğer yanda Mert ile muhabbetteyim. Solumda bira, sağımda kültablası, çakmak ve sigara paketi...

İşte 'çalışarak kazanılan' hayatımın 'eğlenceli' kısmı...

Güler misin, ağlar mısın?

Ocak 20, 2005

İyi Bayramlar!

Burayı okuyan herkese iyi bayramlar!

Ben de şu anda evde, kayınpeder ziyaretine gitmek üzere 'stand-by' vaziyetteyim... Komik ama hâlâ danayla uğraşıyormuş kayınpeder...

Ha, unutmadan, bugün perşembe... Yarı, öbürgün ve hatta bir sonraki günün tatil olması beni acayip mutlu ediyor. Ağustos böceği gibiyim galiba... Varsa yoksa eğlence ve haytalık :)

cya

Ege Beyi gururla takdim ederiz!


"Bu da kim?" diyeceksiniz... Efendim bu beyimiz Ege... Arkadaşımız Funda'nın oğlu. Çektiğim bu fotoğrafına ailecek bayıldık, görenler de bayılsın istedik :) Tu tu tu maaşallah nazar değmesin diyelim!

İstanbul’un halleri...

Maddenin halleri vardır ya hani; katı, sıvı ve gaz halleri... Bu sabah uyandığımda farkettim ki İstanbul’un da kendine has farklı farklı halleri varmış...

Sabah uyanınca çoğumuzun ilk yaptığı şeylerden biri camdan dışarıya bakmaktır. İşin belki de hiç farkında olmadığımız tarafıysa, camdan bakıp da gördüğümüz manzaranın o günkü ruh halimizi neredeyse tamamen etkilediği...

Bugün (17 Ocak, Pazartesi) benim için öyle bir gün oldu... Yediye on kala kalktım, WC ziyaretine müteakip pencereden dışarı baktım... Sabah olmasına rağmen hava karanlıktı, soğuktu, rüzgârlıydı ve saksı bitkilerinin yapraklarına su sıkmak için kullanılan spreyden fışkırtılıyormuşçasına ince ince yağmur yağıyordu...

‘Melodram’ İstanbul
Dedim ki: “Tam melodram havası!”
Yani tam “işe gitmemelik”, “evde oturmalık”, “çay demlemelik”, “kurabiye yemelik”, “çekirdek çıtlatmalık”, “kanapeye battaniyeye sarılarak yayılmalık” ve “Ediz Hun, Türkan Şoray veya Filiz Akın’lı bir film seyretmelik” hava! Yani İstanbul’un –bence- ‘melodram’ hali!

İşte o anda, buram buram kokan bu ‘melodram’ havasının İstanbul’un ‘hallerinden’ sadece birisi olduğu dank etti kafama... Öyle ya, daha ne halleri vardı İstanbul’un...

İşte benim biraz düşünüp de bulabildiğim diğer halleri İstanbul’un:

‘Gönülçelen’ İstanbul
Ne demiş Orhan Veli?

Beni bu güzel havalar mahvetti
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden
Tütüne böyle havada alıştım
Böyle havada aşık oldum
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti
Beni bu güzel havalar mahvetti

Benim ‘gönülçelen’ dediğim hal, işte şaire bu şiiri yazdıran halidir İstanbul’un... Öğrenciye okulu kırdırır, sevgiliye evlenme teklif ettirir, gencin kanını kaynatır, ihtiyarı gençleştirir, mutluluk verir, cesaret verir, insana olmadık şeyler yaptırır... En güzel halidir İstanbul’un...

Bu hale genelde yaz arefesinde bürünür şehir... Bir de Pastırma Yazı’nda belki... Ne serindir hava, ne de sıcak... Emirgân Korusu’nda lâleler açmıştır. Gökyüzünde bulutlar pamuk şekeri gibidir; güneş tatlı tatlı yüzünüzü okşar...

‘Göbektaşı’ İstanbul
Sıcak... Yapış yapış... Tozlu... Bunaltıcı...

Temmuz’dan, Ağustos’tan bahsediyorum... En zor halidir İstanbul’un. Ne sokağında yürünür, ne de insana derin bir nefes aldırır.

Ama öyle bir şehir ki bu, gölgesine sığınacak bir çınar bulur da çayınızı yudumlayarak gazetenizi okursanız, hele bir de nargile tüttürürseniz üstüne, bu haline bile aşık olursunuz İstanbul’un...

‘Kadife’ İstanbul
Hava kapalı ama huzur verici... Rüzgâr ya esmiyor ya da ufak ufak üflüyor... Denizin vaziyeti ise, balıkçıların deyimi ile “karıncaların su içtiği*” cinsten... Dökülen yapraklar sokakları kaplamış, içinize çektiğiniz her nefes ruhunuzu kadife kumaş gibi sarıyor...

Alpay “Eylülde Gel” der bir şarkısında... İşte tam da o zamandır İstanbul’un bu ‘kadife’ hali...

‘Kaymaklı’ İstanbul...
Rengi kaymak; hatta dondurma gibi kaymak; ve hatta mastar halinde bir fiil olarak bildiğimiz ‘kaymak’...

Çocukların en sevdiği halidir bu İstanbul’un... Okullar tatil olur, annelerden havuç istenir, kardanadamlar yapılır...

Büyükler mi? Onların aldığı keyfi, karlar altındaki İstanbul’u sahleplerini yudumlayarak seyreden zevk sahiplerine sormak gerekir...

Kaymağın süttozuyla yapıldığı, kadifenin tüysüz kaldığı, göbektaşı’nın çatladığı, ‘gönülçelen’lerin ‘gönülkıran’ olduğu ve ‘melodram’ların kötü sonla bittiği İstanbul hallerini hiç görmemek dileğiyle...

Peki ya siz bu şehrin en çok hangi halini seviyorsunuz?

* “Karıncaların su içmesi” deyimini ben de yeni öğrendim sayılır... Sanırım 8-9 sene önceydi. Rumeli Kavaklı balıkçılardan duyulan bu sözdeki anlatım o zaman da çok hoşuma gitmişti. “Karıncaların sahilden –denize kapılmadan- su içebildikleri, milimetre bile kımıldaman duran sakin, sessiz bir deniz” anlatılmak istenir bu sözle...


Yazımın bulunduğu orijinal kaynak için buraya tıklayınız


Yee Teee Leee!

Neredeyse bir buçuk iki yıldır biliyorduk YTL mevzuunu ama hiçbirimiz gerçekliğine tam olarak inandıramamıştık kendimizi. Ta ki otomatik para çekme makinelerinden ellerimize o sıfırsız, hafif, kuş gibi YTL’ler düşene dek. A-ha! Vallahi de yapmışlar!

Hatırlıyorum... 50 ve 25 kuruşlardan mürekkep bir kaç lira az işimi görmezdi bakkalda... Çiklet, şeker, bilirsiniz işte; çocuğun en sevdiği ‘zamazingo’lar...

Enflasyonun en sevdiğim kısmı da buydu! Bu sayede benden 10 yaş ufak olanlara bile “bizim zamanımızda...” diye başlayan cümleler kurabiliyor ve bu tip hikâyeleri ‘Hulusi Kentmen’ edasıyla, ballandıra ballandıra anlatabiliyordum. Havamı söndürdün be Ye Tee Leee!

Cümleten tekrar kuruşa döndük; artık kuruştan bahsedince kimse bana “vay bee!” demeyecek. Olsun, ben de Bebek’te çatır çatır tuttuğumuz en alâ balıkları, dedemin “amaan, bunlar denizin çekirdeği” deyip beğenmeyerek tekrar denize attığı istavrit ve izmaritleri anlatırım. Ama, ama, şu YTL meselesi hakikaten sarsıcı oldu benim için...

Neredeyse bir buçuk - iki yıldır biliyorduk YTL mevzuunu ama hiçbirimiz gerçekliğine tam olarak inandıramamıştık kendimizi. Ta ki otomatik para çekme makinelerinden ellerimize o sıfırsız, hafif, kuş gibi YTL’ler düşene dek. A-ha! Vallahi de yapmışlar!

Biliyorduk olacakları belki ama kimse psikolojik olarak kendini hazırlamamıştı. Nitekim sistemde, işleyişte, ekonomik boyutta bir sorun olmadı ama vatandaş sudan çıkmış balığa döndü! Bakın kaç gün oldu YTL geleli ama hâlâ şunlar oluyor:

- Bu ne abi?
- Yeni Lira!
- Anaa! İlk defa gördüm de... 1’lik 5’lik 10’luk gördüm de bunu ilk defa görüyorum. Ehe ehe! Ne komik olmuş bu 20’ler... Ehehe sahte gibi...
- ...
- ... (parayı evirir çevirir)
- Şşt! Usta!
- Buyur?
- Para üstünü vermeyecek misin?
- Abi bende o kadar yeni para yok ki...
- Ha?
- Abi beş dörtyüz tuttu, sana on dört altıyüz vermem lâzım, hmm o da ne yapıyor, işte yuvarlak ondört buçuk ye te le di mi abi?
- Evet?- İşte bak bende on bir var sadece...
- E kardeşim eski paralardan versene?- Olur mu ki öyle?- ...

Bu ve benzeri olaylar şaka gibi ‘gerçek’ler ama bu hengâmede insanı güldürmeyecek hadiselerin olması da kaçınılmaz. Ortam uyanıkları çıkacak, milleti kazıklamaya çalışanlar olacak, helâl süt emmek istemeyenler yaşlıyı, körü, garibi kandıracak...

Ben derim ki, bu dönemde aman annenize, babanıza, dedelerinize, ninelerinize sıkı sıkı tembih edin; dikkat etsinler. Sırf kazıklanmamak için değil tabii; insanlık hali, bir ufak karışıklık bile can sıkabilir. Hatta alın her YTL’den birer örnek, alıştırma yapın bir süre... Sonra “evladım bak şöyle yaptım şöyle oldu, yaşlı buldular kandırdılar” diye sizin başınız ağrır; söylemedi demeyin!

E tabi size de bir tavsiyem var: Sabır...

Müsaadenizle bir de ricam daha var hepinizden:

Dünyanın en ‘paçavra’ parası bizimkiler değil miydi? Yırtık pırtık, pis, buruş buruş, mikrop yuvası... Kimi zaman bantlarla onarılmış, köşeleri uçmuş, çamaşır makinesinde yıkanmış, ütülenmiş...
Bu YTL, bizi de yenilesin istiyorum. Yepyeni, jilet gibi paramıza bari bu kez iyi bakalım... Özenle cüzdanlarımıza yerleştirelim, buruşturup cebimize atmayalım. Madem bu sıfırlar ‘paramızın saygınlığı geri gelsin’ diye atıldı; biz de gerekli saygıyı ona çok görmeyelim...

Selobantla yapıştırılmış bir dolar banknotun geçerli olabileceği dünya üzerinde bir yer biliyor musunuz?

Ben bilmiyorum...

O halde aramızda pis, yırtık YTL geçmesin bundan böyle...

Siz ne dersiniz?



Yazımın bulunduğu orijinal kaynak için buraya tıklayın

Nezaket de kim?

Nezaket Hanım vardı, bizim bir aile dostu... O nedenle çok aşina olduğum bir isimdir Nezaket... ‘Nazik olmak’tan gelen nezaket ise apayrı bir konudur ki, bana bir dokunun bin ah işitin!

Her kim eski İstanbullulardan bahsederse bahsetsin, karayelden esen sert nostalji rüzgârlarını da arkasına alarak yapacağı ilk yorum: “Ay pek kibardı, pek saygılıydı o zamanın insanları” olur.

Yalan da değil ki...

Pera’ya çıkarken grandtuvalet giyinmeler, şıkır şıkır şapkalar, kolalı gömlekler, ‘siz’li ‘biz’li diyaloglar...

Maçlarda bile en büyük küfür neymiş biliyor musunuz?
“Ha-kem! Gözüne gözlük! Ha-kem! Gözüne gözlük!”

Tamam; yine böylesine bir ‘nezaket topacı’ haline gelelim, ‘sevgi yumağı’ olalım, ‘sayalım sayılalım’ diye ütopik hayallerin peşinden koşmayacağım. Ama...

Tutup da şehrimize ‘dünya kenti’, ‘metropol’, ‘dünyanın en güzel şehri’ demeyi biliyoruz ama bir şehre karakterini kazandıran en önemli unsuru hesaba katmayı unutuyoruz nedense: Yani, insanı! Sizi, bizi, hepimizi...

İnsanları ‘kent görgüsü’nden nasibini almamış bir kent nasıl dünya kenti olur?

Olmaz...

Dediğim gibi, “adab-ı muaşeret kaideleri’ni cilt cilt kitaplar hatmederek yalayıp yutmamız gerekmiyor.

Azıcık duyarlılık ama yahu; birazcık...

İşin kötüsü, bu kentte kibar ve saygılı olursanız kaybeden siz oluyorsunuz... Örnek çook! Alın size bir sürü vaka... İbret alın da yanlış yapmayın...

Kabahat: Otomobille ara yoldan ana yola çıkmak için sinyal yakıp birinin yol vermesini beklemek
Netice: Sabaha kadar öyle beklenir
Doğru hareket: Sinyal minyal takmadan kafayı caddeye daldırmak; birisi ‘laga luga’ yaparsa dikiz aynasından el kol hareketleri eşliğinde küfür etmek.

Kabahat: Ara yoldan anayola çıkacak araca durup yol vermek.
Netice: Arkadan en az biri taksi olmak üzere birçok araç kornalara asılır. “Yürüsene kardeşim” girizgâhıyla sülalenize sövülür.
Doğru hareket: Yol vermemek.

Kabahat: Taksiye binince ‘günaydın’ demek.
Netice: “Nereye abi anlamadım?”
Doğru hareket: Esentepe!

Kabahat: Metronun yürüyen merdivenlerinde, sol tarafta kımıldamadan duran şahıstan sağa yanaşmasını rica etmek.
Netice: “Yürüyen merdiven bu kardeşim! Yürümek istiyorsan yandaki merdivenden çık!”
Doğru hareket 1: Durmak
Doğru hareket 2: Omuz atarak geçip gitmek

Kabahat: Sizin suçunuz olmasa bile, yolda ya da markette biriyle çarpışınca nezaketen özür dilemek
Netice: Aval aval suratınıza bakılır.
Doğru hareket: Küfretmek

Kabahat: Apartman sakinleri rahatsız olmasın diye günün belli saatlerinde müzik ve televizyonu kısık sesle dinlemek/izlemek
Netice: Gece sabaha kadar gürültüden uyunmaz; tam uyunmuşken de matkap sesiyle uyanılırDoğru hareket: Kafaya estikçe son ses takılmak, ihtilaf vukuunda ise bik bik öten şahıslara kafa atmak.

Kabahat: Kenara çekmiş bozulan bir araca yardım için durmak.
Netice: Soyulursunuz.
Doğru hareket: Umursamamak

Kabahat: Maç sonrası rakip taraftarı tebrik etmek
Netice: “Ehehe nasıl koyduk di mi?”
Doğru hareket: “Yaktı ulan hakem bizi! Kesin penaltıydı o! Yuh be yazıklar olsun size!”
...

Dedik ya; örnek çok!

Vallahi eski Pera’yı özlüyor değilim; ama herkesten biraz daha nezaket beklemek hakkım değil mi?

Nezaket mi kim dediniz?
Haa, Nezaket mi? Eski bir aile dostu işte...


Yazımın bulunduğu orijinal kaynak için buraya tıklayın


Not...

Sözde yazmayacaktım bugün...

istanbul.com'da yazdığım köşe yazılarından üçünü buraya da atacağım şimdi... Bu not kime mi? Tabii ki öncelikle kendime :-)

Günün sonu... Yoksa başlangıcı mı desek?

Gecenin üçüne geliyoruz neredeyse... Buralara yazıp çizmeyi keşfedeli daha çok az zaman oldu... Hatta 10 saat bile olmadı ve hatta bu 10 saatin son 2 saatinde uğraştım burasıyla. Saçmaladım, kurcaladım, bazı şeyleri çözdüm, kimini çözemedim...

Herneyse; neticede 'yeter' diyorum. Bugünlük yeter. Yeni günün ilk saatlerinde benim için günün sonu geldi. En azından burası için... Ama açık söylemek gerekirse buraya girip de özgürce saçmalamak hoşuma gitti. Vallahi herkese tavsiye ederim :)

Görüşmek üzere...

Misina yağmuru...


Köprüaltı'ndan... Oltalara ve misinalara bakın! Bu manzaranın fotoğrafa yansımayan en ilginç tarafı, oltaya takılan balıkların denizin dibinden fırlayarak bir anda uçmaya başlamaları... Tabii ki balıkçının makarasını sarmasıyla :)

Vapur...


İstanbul'un Boğaz'ı vapursuz olur mu hiç?

Köprüaltı...


Galata Köprüsü altı... Yukarıdan sarkan misinalara dikkat :)

bir de foto denemesi yapalım...


Mutlaka birşeyleri caption olarak yaznadan publish etmiyor Hello denen zımbırtı... Ben de 'birşeyler' yazmak zorunda kaldım. Ahanda ben işte... Galata Köprüsü'nde...

başa ne gelirse ya meraktan, ya da...

Aleti kurcalamayı sürdürüyorum... Sağ taraftaki başlıkların bir kısmını edit ederek değiştirebilmeme rağmen maalesef hâlâ 'About Me' yazan İngilizce kısmı değiştiremedim. HTML onu başka bir yerden çekiyor ve lanet her nereden çekiyorsa o kodu ben bulabilmiş değilim... Neticede hoş bir hadiseye benziyor bu... Durun bakalım neler olacak?

Ocak 19, 2005

Bu bir denemedir

Bu bir denemedir...

Evet evet, şu blogger olaylarını anlamak üzere yazdığım bir denemedir. Mana içermemektedir. Bu yazıda mana aramayınız; arayanları da uyarınız.

Beni takip edin, devamı gelecek...